Advert
Advert
Advert
2020’NİN 20 ŞİİRİ VE SEVDİĞİM ŞİİRLER
İbrahim TIĞ

2020’NİN 20 ŞİİRİ VE SEVDİĞİM ŞİİRLER

Bu içerik 3265 kez okundu.

   

     Büyük ozan Hasan Hüseyin “Karagün Dostu” başlıklı şiirinin ilk bölümünde ne güzel anlatır şiiri:

    “biliyorum

    matarada su

    torbada ekme

    ve kemerde kurşun değil şiir

 

    ama yine de

    matarasında su

    torbasında ekmek

    ve kemerinde kurşun kalmamışları

    ayakta tutabilir”

    *

    Şiirleri elliden fazla dile çevrilmiş büyük usta Nâzım Hikmet de şair ve şiiri

“Gerçek şair kendi aşkı, kendi mutluluğu ve acısıyla uğraşmaz. Onun şiirlerinde halkının nabzı atmalıdır…” şeklinde tanımlarken, şairin kim olup olmadığını ya da kim olması gerektiğini de şöyle ifade eder:

    “Şair, şiir yazarken başka şahsiyet, konuşurken veya kavga ederken başka şahsiyet değildir. Şair, bulutlarda uçtuğunu vahmeden dejenere değil, hayatın içinde, hayatı teşkilatlandıran bir vatandaştır…”

     Nitekim, Nâzım Hikmet şiirlerinde yaşam serüvenine bağlı duyarlıkların, dünya görüşünün belirlediği coşkulardan soyutlanamayacağını ortaya koyar. Sokakta, kentte, memlekette, dünyada, barışta, savaşta, işçiler, köylüler; kadını erkeği, genci yaşlısı ile halk, bu şiirlerin evrenine, yaşanmakta olanın gizlerini ortaya çıkaracak nitelikleriyle yansırlar. Bu durum da tüm şairlere örnek olmuştur, olmaya da devam ediyor…

*

    2020 yılının her ne kadar koronavirüs salgını altında dünyayı ve ülkemizi inletse de şiir ve edebiyat alanlarında -etkinlikler yasaklansa da- oldukça verimli bir yıl olarak geçtiği söylenebilir.

*

    2020 yılında hiç kuşkusuz ülkemizin değerli gazeteci, şair ve yazarlarımızı da alıp götürdü. Tekin Gönenç, Oruç Aruoba, Adalet Ağaoğlu, Cahit Tanyol, Muzaffer İlhan Erdost, Bekir Coşkun, Ömer Akşahan, Orhan Koloğlu, Nevzat Erkmen, Alaaddin Soykan bu değerlerimizden bazıları… Işıklar içinde uyusunlar…

*

    2020 yılında edebiyatımız için önemli bir yere sahip iki de dergi kaybımız oldu; Şair-yazar Ömer Akşahan’ın 8 yıldır yayınladığı ve Ödemiş’ten ülkemize seslenen TMOLOS Edebiyat dergisi de Akşahan’ın ölümüyle birlikte kapandı.       
    Yine Mine Ömer’in üstün gayret ve çabalarıyla İzmir’den seslenen Kursun Kalem dergisi de yayınına son verdi. Şair Bircan Çelik derginin kapanmasıyla ilgili olarak 30 Kasım 2020 tarihli sosyal medya paylaşımında şu notu düştü:

“Kurşun Kalem Edebiyat dergisi kapansa da, Mine Ömer edebiyat ve şiir tarihinde araştırmalara kaynak olabilecek çalışmalara imza attı./…/ Dergiler kapanmak içindir, ne var ki kapılarını her daim aralık bırakır ve bir gün tekrar merhaba diyebilmek için. Bir çok şair ve yazarın evi olan Kurşun Kalem dergisi editörü Mine Ömer'e teşekkürlerimi ve sevgilerimi iletiyorum.”

    

TMOLOS VE KURŞUN KALEM…

    Ben de Kurşun Kalem dergisinin yaşama veda etmesine ilişkin olarak 1 Aralık 2020 tarihinde şu yazıyı kaleme aldım:

    “Öğretmeninin, eczacısının, avukatının, doktorunun, işadamının, emekçisinin, öğrencisinin, bakkalının, manavının daha da vahimi şair ve yazarının okumadığı bir ülkede elbette dergiler kapanacaktır…

     Bu işler sadece şiir, öykü, roman yazmakla olmuyor… Edebiyat dergilerini sadece kendi ürünü olunca alan, aldığında da derginin diğer sayfalarını okumayan “aydıncık”ların geçindiği bir ülkede elbette dergiler kapanacaktır.

En son olarak da değerli şair-yazar Mine Ömer’in büyük özverisiyle İzmir’den 12 yıldır seslenen, edebiyatımızda önemli bir yer edinen Kurşun Kalem dergisi de yayın hayatını sonlandırdı.

    Siz!, ne derseniz deyin. Tarih, Kurşun Kalemi de altın harflerle yazacaktır, şimdi bir kez daha başınızı öne eyip düşünün, bu derginin yaşaması için ne yaptınız? Bir şair-yazar olarak üzerinize düşen görevi yaptınız mı? Bir kez olsun size hep bedava ulaştırılan bu dergi dergi nasıl çıkıyor, nasıl dağıtılıyor, sorularını düşündünüz mü? Düşünmediğinizi biliyorum, susun, susun…

Mine Ömer dosta, emekleri ve ülkemiz edebiyatına yaptığı katkılar nedeniyle teşekkür ediyorum. Şunu da bilmesini istiyorum Mine dostun:

     -Şehir’in bütün sayfaları kendisine açıktır. Saygıyla.”

     Şair Ömer Akşahan’ı da şu dizeleriyle selamlıyorum:

     “kaçıncı ayrılık sancısı insan sürgün insana

      kil tabletlerine yazılı bir aldatmaca sürüyor"

*

     2020 yılında en tuhaf olayı da Şiyar Ayaz adlı şairin(!) “Lilya” adlı şiirini 3 ayrı dergide yayınlatması oldu. Bu şiiri, İnsancıl’ın Kasım 2020 (Sayı:363), hem Mavi Yeşil’in Kasım-Aralık 2020 (Sayı:126) hem de Delikli Çınar’ın Ekim 2020 (Sayı:60) sayılarında yer aldı. Şair(!) böylece akıllılığını ispat etmiş oldu.

 

TARANAN DERGİLER:

    2020 yılının 20 şiirini seçmek için 30’un üzerinde dergi taraması yaptım. Bu dergiler şunlardır: Lacivert, Kertenkele, Kurşunkalem, Şiiri Özlüyorum, Veronika, Edebiyat Nöbeti, Ecinniler, Altı Yedi, Sözcükler, Delikli Çınar, İnsancıl, Güney Rüzgarı, Papirüs, Türk Dili, Varlık, Yedi İklim, Mavi Yeşil, Turnalar, Sarmal Çevrim, Berfin Bahar, Yeni E, Edebiyat Ortamı, Şehir, Eliz, KE, Kitap-lık, Çini Kitap, Akatalpa, Bireylikler, Sincan İstasyonu, Notos, TMOLOS, Dergah, Sadece Şiir, Virüs, Yeni Gelen, Yelkensiz (tek sayı), Hayal, Şiir Versüs, Aşkar, Muhit dergisi.

USTALARIN ŞİİRLERİ:

    Taramayı yaparken şiir alanında kendini ispat etmiş ve söz sahibi olan değerli şair büyüklerimin ürünlerini de ayrı bir keyifle okudum. Onları saygıyla selamlıyorum (sıralamasız):

-Dedi Ki O / Ahmet Telli (Delikli Çınar, S:54)

-Yaşamın İki Yüzü / Ahmet Özer (Edebiyat Nöbeti, S.26)

-Anlat İda / Ayten Mutlu (Edebiyat Nöbeti, S.26)

-Uçurumlar Geçidi / Hüseyin Yurttaş (Delikli Çınar, S:51)

-Kördüğüm / Can Ceylan (Şehir, S:144)

-Hiçlik Bıçağı / Hüseyin Alemdar (Akatalpa, S:241)

-Çakmak Çeken Adamlar / Suca Dündar (Edebiyat Nöbeti, S.26)

-Kalp İzi / Neşe Yaşın (Yeni E, S:41)

-Giderken / Ayten Mutlu (Papirüs S:27)

-Budapeşte’de Kan Tutmuştu Beni / Fahrettin Koyuncu (Akatalpa, S:248)

-Değişir / Mine Ömer (Akatalpa, S:243)

-Evham /Altay Öktem (Varlık, S:1351)

-Pencere / Çiğdem Sezer (Sadece Şiir, S:2)

-İnsana ya da kezzaba / Zeynep Uzunbay (Sadece şiir, S:1)

-Zamanın Şey’leri / Zeynep Kurada (Çini Kitap, S:63)

-Daha İyi Gelir / Selami Şimşek (Edebiyat Ortamı S:73)

-Gökyüzü Yeter Bize / Bülent Elitok (Eliz, S:141)

-Yalnızlık Ölüm Boyu / Yelda Karataş (Akatalpa, S:249)

-Gözlerinden Belli Benden Bir Şey Sakladığı / Hüseyin Ferhad (Virüs, S:5)

-Kör Salgın / Kusey Tangüler (Eliz, S:141)

-Seyrani Gibi / Ali Asker Barut (Şehir, 140)

-Geçtim Sağanak Altında / Durmuş Taşdemir (Sarmal Çevrim, S:16)

2020’NİN 20 ŞİİRİ:

2020’nin 20 şiirini ve okunması gereken şiirlerini belirledim. Bunu yaparken de, şiirlerin, özgün, iç açıcı, sözcük seçimi, duygu ve anlatım tekniğinin yüksek olmasına dikkat ettim. Kimi şiirler içimi ısıttı kimileri hüzünlendirdi kimileri de sevinç taşıdı bana.

    İşte 2020’nin bende kalan 20 şiiri:

1. Evde Kal Türkiye / M. Mahzun Doğan (Mavi Yeşil S:123)

2. Boşluk / Altay Öktem (Şehir, S:137)

3. Dünya Ağrısı / Serap Aslı Araklı (Akatalpa, S:243)

4- Sökük / Hüseyin Peker (Varlık, S:1349)

5. Dip ve Dil / Oğulcan Kütük (Sözcükler, S:87)

6. Öğle Sonlarında Uzayan Boyunlar / Cihan Adıman (Edebiyat Ortamı S:73)

7. Güz Sabunu / Arsen Everekliyan (Suje, Temmuz 2020)

8. Misafir / Kadir Bulut  (Facebook kendi sayfasından, 16 Şubat 2020)

9. Yeni Rüya Düzeni / Yiğit Kerim Arslan (Sözcükler, S:87)

10. Benzin Taşıyor Gözlerin Yangınıma / Kaan Eminoğlu (Şehir, S:139)

11. Şiir / Bilgin Sayar (Facebook kendi sayfasından, 25 Haziran 2020)

12. Öldüğün Salı / Dilek Bilge (Edebiyat Nöbeti, S:27)

13. Bir şey doğmaz gün doğmadan / Yiğit Ergün (Bireylikler, S:90)

14. Geç Gelen / Mustafa Suphi (Edebiyat Nöbeti, S:28)

15. Kim-Lik / Emre Yıldız (Varlık S:1352)

16. İki / Mustafa Atapay (Veronika, S:2)

17. Vesikalı(k) Ölü / Eren Şahin (Lacivert, S:91)

18. Tükeniş Töreni / Emre Ay (Türk Dili S:8272)

19- Fahriye Abla’nın Kanaviçeleri / Gültekin Emre (Sincan İstasyonu, S:105)

20. Alıç Ağacı / Ali Özdemir (Berfin Bahar, S:263)

 

BEĞENDİĞİM DİĞER ŞİİRLER:

    2020 yılında beğenerek, keyifle okuduğum ve övgüye değer bulduğum diğer şiirler de şöyle (Sıralamasız) :

-Buğday Derneği / Hüseyin Peker (Şiiri Özlüyorum, S:94)

-Sersem Sokağı / Aslıhan Tüylüoğlu (Edebiyat Nöbeti, S:27)

-Makas / Betül Dünder (Sözcükler: 85-86)

-Kör Kuşlardan Bir Nefer / Ayşe Dilara Akdeniz (Mavi Yeşil, S:122)

-Özgürlük Yolu / Nuray Gök Aksamaz (Yeni Gelen, S:25)

-Kaşmir / Mahmut Aksoy (Şehir, S:138)

-O / Sertaç Çıralı (Lacivert, S:92)

-Karasavurdum / Yunus Sarıgül (Şehir, S:139)

-Atlar / Muammer Yavaş (Kertenkele, S:36)

-Çatlıyor Su / Ünsal Çankaya (Şiiri Özlüyorum, S:94)

-Ait Olmak / Ahmet Önel (Kurşunkalem, S:57)

Beton Sessizliği / Yunus Emre Suci (Altı Yedi, S:4)

-Kalbinin Kızıl Denizi / Nurgül Özlü (Kurşunkalem, S:57)

-Benim Alfabe / Gizem Pınar Karaboğa (Şiiri Özlüyorum, S:94)

-Duy Beni / Cansu Aydın (Şiiri Özlüyorum, S:94)

-Kanama /Meryem Coşkunca (Ecinniler, S:1)

-Bir Dostun Gazeli /Cenk Kolçak (Edebiyat Nöbeti, S:27)

-Bir Sıcağın Ortasından Geçmek Fiili / Ruhsan İskifoğlu (Şiiri Özlüyorum, S:96)

-İnfilak / Emre Ay (Eliz, S:132)

-Bir Nefes / Bahri Loş (Şehir, S:138)

-Sonsuz Bir Çatlak / Umut Ünalan (Sözcükler, S:83)

-Gelebilsem / Cumali Karataş (İnsancıl, S:361)

-Kendime Denk Düştüğüm Gün / Burak Çapan (Varlık S:1349)

-Çomça Gelin / Tuba Bozkurt (Sözcükler, S:84)

-Uyuşuk / Umut Parmaksız (Lacivert, S:94)

-Görücü Usulu Tenha / İbrahim Çelebi (Türk Dili S:822)

-Masaya Oturmayan Köylüler / Cihan Adıyaman (Şehir, S:138)

-Ayrılık ve Gül / Fatih Akça (Lacivert, S:96)

-Gir Benimle Günaha Bir Akşamüstünde / Naile Dire (Varlık, S:1351)

-Kesinlikle ve Şüphesiz / Oya Gündüz Aksu (Edebiyat Nöbeti S:31)

-Şiirime Ağıt / Murat Gil (Lacivert S:95)

-Neva / Serkan Türk (Sadece Şiir, S:4)

-Lacivert Ceket / Oya Uysal (Sadece Şiir, S:2)

-Kalbimdeki Telaş / Serkan Türk (Şehir, S:142)

-Toz / Burak Tokcan (KE, S:4)

-Post corda lapides / Mithat Sertan Altınok (Varlık S:1352)

-Anama Mektup / Mehmet Özger (Yedi İklim S:363)

-Toprağın Nabzı Kan / Ethem Erdoğan (Yedi İklim S:364)

-Geriye Acı Kalır Elizabeth / Adnan Başkesen (Turnalar S:79)

-Tarihi Çığlar H’içinde / Murat Yazıcı (Berfin Bahar S:264)

-Kırlangıç Hüznü / Neslihan Dağlı (Sarmal Çevrim, S:16)

-Uzun Kal Patron / Ömer Erdem (Varlık, 1356)

-Gazal Avı Gazeli / İlhan Durusel (Kitap-lık, S:207)

-Papatya ile Dağ / Ayfer Yurdakul (Çini Kitap, S:60)

-Kuytu Divan XII / Nuri Demirci (Eliz, S:140)

-Dövüş / Turgut Kızıldağ (Eliz, S:140)

-Bir Kara Kedi / Figen Şentürk (Akatalpa, S:244)

-Gülde Var Hüzün / Nevzat Konşer (Akatalpa, S:244)

-Feryat Yarışı / Sertaç Çıralı (Sincan İstasyonu, S:107)

-Anneme Çiçek / Zeki Karaaslan (Eliz, S:132)

-Anneannemin Sancısına / Berrak Ertörer (Eliz, S:132)

-Beni Güzel Hatırla / Dilek Özkan (Sincan İstasyonu, S:105)

-Alevli Aşk Mevsimleri / Döndü Açıkgöz (Akatalpa, S:250)

-Özgür Emlak Ofisi / Ersun Çıplak (Varlık, S:1357)

-Seni Beklemek Gencecik / Özkan Satılmış (Mavi Yeşil, S:125)

-Gregor Samsa / İlker Gülbahar (Şehir, S:141)

-Sonsuzluğun Dili / Muhammed Korkmaz (Mavi Yeşil, S:125)

-Sevdaya Tay / Eren Şahin (Eliz, S:141)

-Göğün Avucundaki Sabahı / Bahri Loş (Eliz, S:144)

-Sait Faik / Yener Çetin (Akatalpa, S:252)

-Kırk Yaş Kırgınlığı / Necati Arslanmirza (Şehir, S:142)

-Kalıntı / İlkiz Kucur (Sincan İstasyonu, S:108)

-Durağan / İsmail Cem Doğru (Akatalpa, S:242)

-Kırık Dökük Şeyler / Fahrettin Koyuncu (Akatalpa, S:242)

-Yağmurlardan / Hasan Temiz (KE, S:3)

-Geniş Zamanlar / Mehmet Zeki Erkozan (TMOLOS, S:82)

-Kendini ele vermekten korkmayan bir gül / Serkan Bozdağ (Mavi Yeşil, S:121)

-Büyük A / Yusuf Araf (Sincan İstasyonu, S:109)

-Belli Belirsiz / Selim Faruk Tokgöz (Dergah, S:366)

-Geçtim Sağanak Altında / Durmuş Taşdemir (Sarmal Çevrim, S:16)

-Orkestra Şefinin Tahribatı / Zeynep Tuğçe Karadağ (KE, S:6)

-Yusufçuk /Ege Özcan (Sadece Şiir, S:4)

 

ŞİİRLER:

 

EVDE KAL TÜRKİYE

1.

 

Sokağı dinliyorum. Dinliyor bir fırtına öncesi

Fırlatıyorum tarihin yırtılmış sayfalarından

karne yerine. Kuşların kanat çırpışı solmuş. Necatigil

el sallıyor karşı pencereden: Gülümse

 

Rod Stewart söylüyor zamanın pörsümüş teninde

Kandili yak Halime! Şu gereksiz güneşi söndür

Tez ol, gidelim mandalina bahçelerine

 

Hem ölmek için vakit var daha, getir eski fotoğrafları

Biraz da onlar üşüsün benim yerime. Elimi tut,

o şarkıyı bir daha söyle! Bu palette turuncu kalmamış

bakışlarını sür rüyamın tuvaline

 

İndir tüfengimi duvardan, bak, ceren tarlası

Gel öpüşelim. Hem kar da yağar insan öpüştükçe

 

Bu kaçtı, sonraki tramvaya bineriz, keşfedilecek odalar var

Saksılar tabut, dizilmişler pencere önüne

Bir tablo asmıştık duvara. Otlar fışkırıyor seherinde

Gidilemeyecek bir adres imza yerine

 

Kokluyorum çamlardan damlayan sakızı

Murat Dağı yerini değiştiriyor haritada

Gökyüzünde arıyorum annemin mezarını. Hüzün

sözcük olmuş altını çiziyor balkonda can çekişen iskemle

 

Seni bir daha özlüyorum. Bu son özleme

Sesleniyorum, bin yıllık bir hoparlörden:

Evde Kal Türkiye!

 

Yemi kim verecek Konak’ta güvercinlere?

M. Mahzun Doğan

(Mavi Yeşil S:123)

*

BOŞLUK

 

hangi ölüm seninkisi, açıkça söyle…

bir kır kahvesinde öperken beni

çektirdiğimiz resme hiç kimse

sızamaz artık, sevgilim, zaman bile

 

sonra kalkıp yürümüştük, raylarda jozsef vardır diye

 

bir türlü binememiştik trene

 

resmine bakıyorum, kentin

en kalabalık caddesinde susuyorum kendimle

sonra bırakıp ağustos sıcağını

insanları, caddeleri, zamanı bırakıp

karışıyorum o uzun sessizliğe

 

resmime bakıyor, kentin

en kalabalık caddesinde kan ter içinde

benden kalan boşluğu arıyor annem

hangi ölüm benimkisi, açıkça söyle…

 

Altay Öktem

(Şehir, S:137)

*

DÜNYA AĞRISI

 

Dağlar da sözcükler de yas tutar bilirim

dağlarımı içime konuştuğum şiirlerim var benim

aşkıma harf ve kılıç der kitaplarda uyurum

Hakkâri’de Bir Mevsim’de Gebze aksanlı büyüdüm

dünya ağrısı günbegün cangüncem tadında defterlere

saklandım [defterler iyihâl kâğıdı bir yerde, iyi bildim]

kime, hangi yaralıya iyi gelir Dersim gelini hâlim

 

Hem serap hem aslı olmak olsa olsa Kerem derdi

babam ve Araklı yanımda olsa gözlerimdeki hüzne

gözyaşı değil de fena hâlde namlu derdi

oysaki gözyaşlarından yapılma hiç silâhım olmadı benim

Tutunamayanlar’da bir sevdalıya tutuldum hiç ölmedim

devlete tutunan şairler bile Devlet ve Tabiat okurmuş

sonradan öğrendim [hem Serap hem Aslı olsam da iyi

değilim]

 

Şiir ve ışığı sayesinde ağırkanlı bir güneşle yıkanıyorum

güneşli karanlıkta pirüpak içim ve kendim

içim ki Mendilimde Kan Sesleri’ne ge(n)ç kanmalar rengi

tüm kanmalar ağrılar ve acılar tamam da dünya ağrısı

benimki [hüznün ve sevincin akranı bir şairim işte!]

ey yokuştan ve tepeden dünyaya seslenen kendim

yatağımı ve yaşamı aşk ve ölüm gibi dipdiri sevdim

Hayat militanı bu hâlim seninle ve dağlarla

kandaki bıçak hızı el ele göz göze dolaşmak istiyor

beni ân

la!

 

Serap Aslı Araklı

Akatalpa, S:243)

*

Sökük

 

sız gittiğinizde çok yalnız kaldım

felakete hazır değildim, taşlan korkuttum

yangın çıkıyor bedenimde

ışığı gören çoban nasıl düzeltirse

çalılara takılmış ceketini

bende ne sökük kaldı, ne yırtık

ütünün yaktığı, bıçağı kesip bıraktığı biriydim artık

siz gittiğinizde çok yalnız kaldım

 

çatıdaki kiremit

denge kanatlarıyla uçar

gül dalı ararken

çapaklanmış kirpiklerle bakıyordum yeryüzüne

seramik fincanlara döktüm kahvemi

fal bile kalmadı tabağın dibinde

alevini dalgalandıran yangın gibiydim

tutuştum kendime

havuza girmediğim gün sayısı azdır

döktüm suya bedenimi, cezalandırdım suları

kızgın demir niyetine kulaç attım üstüne

ters yazılmış bir çukurdu içimdekiler

gittiğinizde çok yalnız kaldım

 

adını koymadığım biçimde şiirden beslendim

yolun bittiği yere gitme dedim, devam ettiği yere git

onların gittiği yere boşaltma yüklerini

kirli çocuğa süt verilmez

iskele caddesinde büyülü dünya bulursun belki

maskeni yok et, dök olanları içine

çok yalnız kaldım

 

taş kesildi bende kalan dizeler

seyirciler güldü, alkış kesildi

can yeleği geçirdim üstüme

kalan günler öteki şeritte

bozuk para ar biriktiriyordum geçmişte

hangi defter bu, silahı elden düşürdüğüm

patlayan kurşunlar denizde nasıl köpürürse

o kadar eksik konuştu dalgalar benimle

yalnız kaldım

 

Hüseyin Peker

(Varlık, S:1349)

*

DİP VE DİL

I.

Bir bütün akşam, değişlik önce tozla dumanla. Herkes vardı.

Sesim uzakların sesiydi katlandı durdu bahçede. Gördüler.

 

Otellere girip çıkmakta iyiydim. Az değildim. Tanıdılar

Kış geçti büyük haberleriyle, tırnaklarım tükendi kırılmaktan

 

Sorarım derimdeki bu tat anlaşılmak için değilse ne

Üstelik bilmiyorum neresinden kaldırılır bir nehrin ucu

Meğer yakmak için bir bahçeyi, ikna lazımmış ateşten önce

 

Az değilim bak, bir gömlekten öğrendim kıpkırmızı durmayı

Âşık olmayı, eve gelmeyi, vesikalar taşımayı ön cebimde

Ve ışıtmayı çarkları bir madalyon yerine, yirmi yaşımda daha

 

Hoş geldin. Bir kilidi kurcalar gibi geçirdim bütün akşamı

Kurtulmakla köklenmek arasındayım, buradan nereye gidilir

II.

Baktıkça donan eski fotoğraflara sığmışız dur. ’95, kış

Benim yüzümün bir yansı gök, öbür yarısı yok

 

Bir cesetten çıkarılmış yağmur suyu, bir cesetten yıllar boyu

Kimse inanmaz en temiz toprağı seçmiştim bizim için

Neler geçirdik yine de yok kışın kendine ait bir bayrağı

 

Aklım. Alıştırdım zamanı, şimdi kınında masum her şey

Buğumu çektiler ağzımdan, kabuğum orada kaldı

Buldum kolayını dayanmanın, uyudum ve uyandım

Beni gökten indirecek bir ip buldum, dibe çekecek bir dil

Sırtımdaki boşluğun rabbini bulamadım.

Oğulcan Kütük

(Sözcükler, S:87)

*

Öğle Sonlarında

Uzayan Boyunlar

Çiçekçiler kara lekeleriyle anlatırlar bir kadının doğumunu

O lekeler orada boğulmak gibi durur öğle sonralarında

 Sirenler çalınır sonra, ikramiyeler yakılır

Bir kadınının doğumu ne büyük anlatılır

 

Gölgelerin kısalan boyunlarında o çiçekçi vitrinleri durur öylece

Uzar bir kadının doğumu

İçinden bir gömlek geçer şehrin

Yaralı bağırtkan-

Ve kinleri birikir vitrin önlerinde o kadınların

 

Bizi öldüren bizdik

Bunu vitrinlerdeki çiçekler bilir yalnız

O kadınlar bilir doğum zamanlarında

Bizi öldüren bizdik

Kara lekeleriyle duran çiçekçiler anlatır bunu

Yüksek yerlerde yaşayanlar bilir

Deniz diplerindeki ölüler

 

Işıklan kapatın- kapatın ışıklan!

O lekeleriyle karanlıkta duranlar

Kaybolmaz ışıksızlıktan lekeleriyle

Bunu güneşi taşıyanlar anlatır bize

 

Öğle sonralarına doğru uzar gölgelerin boynu

Kırılır vurdukça vitrinlerden ışıklar

 

Otobüs bekleyenler uzatır ellerini

Bunu üzerine gazete serilenler bilir

Yırtık ayakkabılar bilir suların ortasında

Ve çiçekçiler nasıl anlatır o doğumu

Bir kadının adı ezilir kalabalıkta

Cambazlar çiçekçi vitrinlerini dolaşır

 

Cihan Adıman

(Edebiyat Ortamı S:73)

*

GÜZ SABUNU

 

bir çörten samana altı ay çobanlık ettim

çavdar ekmeğini ayrana katık iki kalıp

sabuna el üfeledim gözyaşı döktüm yorganı

üstüme çekip...

 

geceler zifirdi toprak dam akardı kurt ulur ay

pencereye yorgun düşerdi uzar giderdi

toroslar koynumda böğrümde çobanlar ateş

yakardı...

 

duvarda askerlik hatırası fotoğrafın çıranın

gazı sofranın tuzu bir vardı bir yoktu ama

senin yokluğun

bir başka canımızı yakardı baba...

 

Arsen Everekliyan

(Suje, Temmuz 2020)

*

MİSAFİR

 

Bu sevdadaki konuk seviciydim hep

Şortun üstüne giyilen kravat gibi eğreti durdum.

 

Önce yara bandı oldum

Sonra yapışıp yarayla bütünleştim

Kabuk oldum

Kurudum ve atıldım!

 

Yerine yakışmayan ne varsa oydum hep

Denizde tren karada gemi...

Elmanın üstündeki portakal kabuğu gibi

Soyulup atıldım!

 

Hiç olmamışın düşlerinde

Yarına açılan çiçeklerin düşen yaprağı oldum.

 

Kadir Bulut

(Facebook kendi sayfasından 16 Şubat 2020)

*

YENİ RÜYA DÜZENİ

 

bu gece kadar yaşlıyım artık, ben noksanım

nerenin dibinden geçmişsem değersiz kalıntı

ve biçim alamaz bir çamur sıfatıyla oldurmuş

beni tanrılarım, koyarak boşluğun beşiğine

kara tahtalarda önceden belliymiş hesabım

adımı vermek gelmemiş aklıma, ağrına kalmış

o desem ki’ler, o süzülme hikâyeleri yalan kubbe

hakikat tacıymış bir babanın aybaşı yanıkları

bağrış çağrış bir ağız nefesim nefesine değsin diye

her çocuk üzgün bir çiçek olacakmış bundan gayrı

 

sesim kadar yoksun sen artık; eski coğrafyasın

aslında görmüştüm diriliğin tüm farklarını

dağlara somut bakmamayı, ovaları hakeza

bir doğa görmüştüm senden şimdiyle karşıt

eski bir şarkı getirdiydin daha dün bana

ellerinden aidiydim hiç geciktirmeden evimi

büyümemek evrenindeydik telafi sevinciyle

nasıl kapatırdık ilk elma bildiğimiz hataları

eteklerin yine karışık bir yaprak tanımı

sonbahar bahsiydi damarlarım aralıksız

 

bir yüzün vardı, iki gözün, bana sıfırmış artık

aşına değil gibi bakardı melali anlamayan nesle

bir çocuğu ağlatarak dediler ki o devir kapandı

 

Yiğit Kerim Arslan

(Sözcükler, S:87)

*

BENZİN TAŞIYOR GÖZLERİN YANGINIMA

 

Bir dilsizim hiçbir dilin bilmediği

İncinmiş ve ertelenmiş düşlerim var

Buz bakışlarından berrak

Saçlarına dokunamıyorum

Saçlarında binlerce tel ak

 

Sesinden tanıyorum, yasakların var

Ne affedilmez suç

Gözlerine uzun uzun bakmak

Ve suskunluk işkencelerin dizi dizi

Affet, kısa kesiyorum misafirliğimi

 

Ormanını kaybetmiş ağacın dalından

Acıya vasi renklere asi kesilmişsin

İğne oyalı gelinliklerin olmalı

Kimsenin giymeye cesaret edemediği

Tenin kasım soğuğu, sesin kar erimesi

Gözlerin nasıl da artırıyor gizemini

 

Aldırma bu kasım

Ağrılı bir güz yaşanmasa da

Hep senden uzak hep böyle puslu

Sana söylenmeyecek sözler var aklımda

Kısa kesiyorum nicedir

Sözlerimi de saçlarımı da

Ve hiç bakmıyorum artık

Hiç bakmıyorum ardıma

Benzin taşıyor gözlerin yangınıma

 

Kaan Eminoğlu

(Şehir, S:139)

*

ŞİİR

Gülümse dedim bu son olmasın

Bak yine yeni her şey

 

Susamak değil, özlemi yaşamak yalınlığında

Bir kerede yüz nefes yüz güle varış

 

Sakin sakın, bugüne bakın

Yürü yüzer gibi gökyüzünden

dökülen yağmur gibi

 

Bırak gitsin giden kalmayı

bildiklerin gibi...

 

Bilgin Sayar

(Facebook kendi sayfasından, 25 Haziran 2020)

*

öldüğün salı

 

annemin öldüğü salıyı otobüste unuttum

üzerinde sonbahar uyuyan yelek

ve beni umursamayan kedi

 

durakta

tabela altında oturuyor üç adam

baktı yüzümün aynasına

geçmiyor diye seslendi

saçlarından hiçbir şeyi

tarayan

 

bir pencere camı

aramızda sallanıp duruyor

düşse kesecek bileklerimi

kalsa gecikecek bir gölün intiharı

 

hep böyle olurmuş

kim söyledi bilmiyorum

kimi

kaldırım taşları severmiş ıslanmayı

 

annemin öldüğü salıyı otobüste unuttum

üzerinde duvardan indirilen fotoğrafla

başlayan bir evin yalnızlığı

 

kalktı yerinden

kanatsızdı gördüm dedi

göğü sonsuzluğun

boynundan öperken güvercin

 

oturup ağladım

jiletin ucunda damlamaya

kesik arayan üç damla

ve otobüste ölü bir salı

 

annemle

unutmaya uyudum

 

Dilek Bilge

(Edebiyat Nöbeti, S:27)

*

bir şey doğmaz gün doğmadan

yavaş ol, kaygan bir zemindeyim

acıma değip geçme, alış-

ki dünyama hediyendir senin

yoruluyorum bir ırgat gibi, -tanrı en çok mesaidedir

taşıyorum ağrını göğsümde, yolun çilekeş

yolun çetrefildir

bu yoğun sensizlik bu destursuz emanet

anahtarı gizli bölmelerimin

 

elin en çok elime yakışır

kayıp, en çok senin yerin

aç-aç- aççç kaldım sesine

gitmek mi şimdi gerçekten bu mu gerek

lakırdın güneş, susuşun yağmurdu pencereme

yavaş ol yavaşş, dedim ya kaygan...

alıştım ben de alıştım

bir şey doğmaz gün doğmadan

 

Yiğit Ergün

(Bireylikler, S:96)

*

geç gelen

Merhaba lirik aşkım

Ağrılarımın adı, tutkumun adresi

Kasığımdaki sancım, merhaba

 

Hangi toynak izleri sürdün de geldin

Tırnakladığın yüzümde geç kalmışlığın kızılı

Yorgunuz ikimiz de

 

geç oldu

 

suyun şölenine eğilen dal

esrik ruhlar kavmine

tanrılar ussuz iken yazda gelen

ömrün cennetine bir daha inanmadı

 

Mustafa Suphi

(Edebiyat Nöbeti, S:28)

*

Kim-lik

Akşam kırk altı olmadan kapatamayız

Önce yasak sonra kapatsak ne yapacağız

Onca yaşamak yüklensek ne olacak anca hantallaşırız

Kapatsak ne yapacağız

Yürüyecek miyiz koşacak mıyız ne yapacağız

 

Akşama daha çok var siz gidin

Bulursanız eğer bizim kıdemli elemanları

Yanınıza alın yol göstermeyin

Buğday tarlasında o şekilsiz balığın işi ne

Gerçi öyle söyleyince...

Buğdaya nazaran o şekilsiz balık daha mı çok hak ediyor ne

 

Akşam kırk altı dedik ama işverenimiz

Aynı zamanda en sunturlu işkencemiz

Kıvrık sorumlumuz ona imreniyor desek inanır mısınız -

Artık akşam iki yüz otuza kadar buradayız

Bize bir daha rastlamanız zor

Vedalaşsak iyi olur

 

Emre Yıldız

(Varlık S:1352)

*

İKİ

Çamaşır suyuna batırılmış gibiydim

Terliyordum yüzüm grileşiyordu

Adım belki Muzafferdi belki Necip

Baharın nemli ılık mavi günleriydi

Çay içiyordum durmadan

Tebriz’de hayvancılık yapan bir adamdan para almıştım

Gönlüme göre yaşamak istiyordum

Vapura binebilirdim

Gazetelerin sayfalarını beceriksizce çevirip

Gazete okuyabilirdim

 

Olanaklar çoktu imkânlar azdı

Ve cebimde dört lira vardı

İki çay demekti bu

 

Mustafa Atapay

(Veronika, S:2)

*

Vesikalı(k) Ölü

 

Kelimeler yetmezse,

yetişemezse huzur gölgemde

eter koklarım be abla!

diyen bir şehir bu buğulu başkent,

doldur boşalt’la aşk arayan ırmak, eski sevgilimdir

şeftali kokan koltukaltları da şahidim,

vesikalık fotoğrafımı isteyince polis gece

açıkça delilim: kesik belleğim

kimse gözlerimi gözleriyle oymaz olalı

şahinim şalteri inmiş ömürde,

sahibi tıp profesörü meyhanede

etimde neşterini bileylemişti arsız hatıra.

 

Doğuştan özrü var bizim buralarda Güneş’in

ümit etmek yeterince Ay’ın işi diye

işe çıkamaz olmuş tan vakitleri,

vakit nakittir de, aşk nedir be abla?

diye söylenen buhran başkent bu,

esefle kınanır ya karanlığın köşeli küfürleri,

toplu fotoğrafı anlarım da toplu vesikalık

hangi kalabalık yalnızın temennisi?

mesela içten içe yapraklarına

şiir söyleyen bir ağaç olmaksa, senin de sonun

mesela talihini ırmağa bıraksan

acıdan saatte kaç kilometre hızla uzaklaşır?

sahibi mafya babası bir kerhanede

oturup zararımı hesapladım

bu sevda müessesesinde.

 

Kelimeler yetmezse

sahile ineceğim annemi alıp

anlat diyeceğim,

bu cinayetin perde arkasını sen aydınlatırsın!

nasıl yanmıştı canın efkârlı mahlûkun

şiir hastalığına tutulunca?

mesela hastahane polisi, kayıtları

eski sevgilisinin intihar mektubuyla

karıştırdıysa,

küvezde yanlış teşhis konulduysa,

bu çocuk yaşayacak dendiğinde

yanlış anlaşılmışsa,

herkes, her şey doğruysa

ya ben toprak olup çocukluğumun

üstüne atıldımsa.

Bir ağaç yaprağını saatte

kaç kilometre hızla döker?

mesela bir gözyaşı hangi serüvenin evlatlığıdır?

sahibi peygamber bir tımarhanede

işte bunları soruyordum

uçmaktan korkan güvercine.

sahile indiğinse: ölü doğurduğun

mahlûkun son vesikalığıdır Anne!

eren şahin

(Lacivert, S:91)

*

TÜKENİŞ TÖRENİ

çınlatır zamanı

ölüye serilen örtünün rüzgârı
 

kusursuz renkte bir bozgun yanağında

tükeniş törenine hazırlıksız yakalananın

kırk kış hüküm giyer kapısında

gece gündüz büyüyen bir sorunun

ne zaman ölür hatırası bir ölünün
 

bilinmeyenin gölgesinde kararıyor yarının sevinci

yıldızını bırakıyor bugünün gökyüzü

suların ıssız cevabına

parlatmak için yokluğun yakıcı rengini
                                                           

uğultusu karartır tüm yazların parlak hatırasını

her yolculuk bitişinde sızlayan türkünün
 

geçilmez yağmurlu sözcüklerle kavurucu ağrıdan

kıyametini yaşar bir daha sevilemeyecek bir yüzün

vedayı sıkıntılı rüyalarla yürüdüğü kentlere yayan
 

artık çıkmayacaktır numarası kimsenin telefonunda

ceket evde bırakılmıştır kimlik devlette

yangın coğrafyası anne

şimdi müfredatında yalnızca ateş

baba kendini koruyan pişmanlık nöbetinde
 

ölü kanıyla başlayacak bir çiçeğin tarihi

ağıt çiçekleriyle kapanan bir devrin ertesinde

 

Emre Ay,

(Türk Dili S:827)
 

*

ALIÇ AĞACI

 

Anamı bir alıç ağacının altına gömdüler

vasiyetiydi, tepedeki en yükseğe,

bazen kırmızı veriyor meyvesini

sanki kanıyor alıç ağacı.

Gece ne zaman sızsa dallarına

aşağıda bir rüzgâr vuruyor yapraklarına,

bilirsiniz,

dağılarak sessizce sabahı ağartıyor kuşlar.

Ölmeden önce anam son defa oturmuştu dibine

çınar yaprakları vardı ellerinde,

son defa sevdi alıç'ın kökünü

kokladı mühürledi kalbine.

Islak kapkara kışlar geçti aradan

kırılıyor insan, bir mezara kuş konunca,

gölgeler konuşuyor geceleri, berrak su,

rüzgâr ve nehir konuşuyor,

çömeldim karanfil ektim yanma...

 

Ali Özdemir

Berfinbahar, S:263

*

DEVRİME TARİF AŞKA TARIK

 

Yüzümü kantaşıyla tanıştırdığımda

kana konuşan bir hevesti gençliğim

çokheves yaşardım her şeyi beyazperdede

can der, Canım Kardeşim bir mimik kanardım herkeste

gidip kendimi film karelerinin içine atardım

genç kızların sevgilisiydi ya Tarık Akan o sıra

kalbe fiyaka saçlarımı onun gibi tarardım

heyhat, ben ki flörtü bile değildim tek bir kızın

aşka tarif gençliğe Tarık

kendime çalışırdım

 

Gençliğimi kavgayla tanıştırdığımda

yüksek sesli dergiler okuyordum herkes gibi

devrimci bıyıklarım henüz çıkmamıştı daha

ama devrimci şiirler yazıyordum o biçim

devrim ki en çok varoşlara ve köylere aitti

en büyük devrim ki alanlarda yapılmıştı

birHasretinden Prangalar Eskittim şiiri vurmuştu herkesi

birdenbireMaden bir esmerlik olmuştu Tarık Abi

ben ki esmerliği çocuklardan bilirdim

devrime tarif aşka Tarık

kendime gitmiştim

 

Ömrümü aynalarla tanıştırdığımda

içakıntı gidip sinema önlerinde ağlamıştım

kasıklarımdaki kadınlara ağlamıştım babam gibi

bir yanım kendinin mağlubu Delikan İstanbul'du

bir yanım hüzne Pehlivan derde Derman üşüyordu

sahi, Bir Avuç Cennet gibi bir şeydi Tarık Abi

tutup içimi Yol bir film hatırına Bingöl'e atmıştım

ülkeme tarif sılaya Tarık

kendime kaçmıştım

 

Şimdi ne zaman Tarık Abi desem

saklı söz bir Yılmaz Güney repliği etleşir içimde

şiir gibi ilk sinema gibi son:

       “Tarık, bak bu kediye, bak annem gibi!”

 

Hüseyin Alemdar

(Şehir, S:144)

*

AYRI’LIK

nasıl desem…
tükenmek bilmez rahmet
birdenbire dinse bile yağmur
saçtır damlalara toprak;
ıslandıkça biten
kesildikçe uzayan uçlarından
ve köklenen, sokuldukça derinlere!
ama tam yerini bulduğu sıra
mağlup
ve biçaredir tufanlara!

nasıl desem…
zorlayıcıdır sevmek, geçit vermez hayale
dağlar yere cabbar iken erişirler kemâle
ağaçların mıhına sevdalıdır konucu kuşlar
akşam dayattığında kendini
döne döne çıkılır göklere ancak
döne döne çalınır arşın kapısı
ayın girdaplarına kapılarak

nasıl desem…
lafı dolandırmanın azabı
yutuyor büsbütün zamanı
melekler değil melekeler
kanatlar değil düşünceler
yükün ağırlığı değil
yükü atamıyor olmanın ağırlığı…
nasıl desem,
nasıl desem,
nasıl atlasam şu ayrılığı?
 

Alper Gencer
(Şiir Versus, Sayı:2)

*

Geç İnen  

olmasın kalbin kötülerin mabedi

yırtılmış dudaklarıma dikiş oluyorken yeminin

sözlerin ki, tamamlıyor dağılan tüm güzelliği

farz et, secde arayan alnına ansızın gönderildim

göz yaşı dolu bir duvarım avlunda yaslanmalık

sen koskoca bir duasın, ben sadece bir amin

 

biliyorum,

kaderi yazandan kalem çalıyorum

 

şimdi, su ateşin içine sabırla sızıyor

efsunu nerededir biliyor musun

bir ömrün, başka bir ömre eklendiğinde

ne su buharlaşıyor ne de sönüyor ateş

efsunu buradadır çünkü;

yanmışlığa merhemin, ıslanmışlığa güneşin

 

biliyorum,

boşluktur yitip gideceğim yer

 

güzel kokular kayboluyor,

evlerin yastıklarına sinen

başka bir kalbin üzerine bir kalp daha çıkılmıyor

saklandığın yeri bulamıyorum çöküntünde

dudaklarımla su taşıdığım bu kaçıncı cehennem

kırılmadan açılacak kapılar da yok artık

hem anahtar hem kilitsen

 

biliyorum,

bu pas, bu demirin kalbini yer 
 

Sezgin Öndersever
(Hayal, Sayı:72)

*

Gözlerinden Belli Benden Bir Şey Sakladığı

 

Yaz artığı bir çift turna

bir bozlağın göğümüze bıraktığı

 

Kimin umurunda yağmur, fırtına

 

Uzandım yanına, sol tarafına

öteye itip aramızdaki dağı

 

Bilezikleri domuz dişinden, beyaz

ondan daha beyaz boyunbağı

 

Terk edilmiş bir kent, eski bir kent

gibi suspus Bingöl, Kiğı

 

Yüzü diyorum yüzü bir gazel

kırmızısını atmış bir güz yaprağı

 

Gözlerinden belli, gözlerini kaçırmasından

benden bir şeyler sakladığı

 

Gerdek gecesi tutsak alınanın

kırk gün serili durur yatağı

 

Uzandım yanına, sol tarafına

öteye itip aramızdaki dağı

 

Baktım, uzun, incecik bir yılan ıslığı

baktım, akıp gitti yokuş aşağı

 

Kimin umurunda Bingöl, Kiğı   

Hüseyin Ferhad
(Virüs, Sayı:5)

*

DOKUZ

 

Altıpatlar dedimse bakma öyle

Namluları söğüt sever, söğüt bilirim

Ah ettikçe şu tepemin tası

Gökyüzünde en iyi ben vurulurum

Dokuz yıl savaşlarında bir tapınaktım

 

Yurt belledim diyorum dönme geceni

Şu ufaklığa söyleyeyim evini saklasın

Ardışık sağ keşmekeş sol komik lügat

Adının ilk harfine inkarlar bizim cehenneme

Dokuz, sayı dokunulmazlığı

 

Dalıp gideyim o zaman ahali bekler

Uyanacağınız şehir test aşamasında

Tavanları alçak dairelere göre

Münasebetsiz baba kıyafetleri olacak

Dokuz, bakılamayan çocuk sayısı

 

Bağır bağır bir karanlık içerisi

Avni, torbayı uzat bu doldu

Öksürük ile sınanacak şimdi o kursak

Çöktü işte gece, altında kalanlar rezil ola…

Dokuz, madenci (d)öven kişi sayısı

 

Şimdi beni geçelim de sen de geçsin

Bu sallandığımız yere sen ur dedin

Bırak uyanmasın ben, uyanmayayım

Gözlerim açıkken geçmişe nallanıyor

Dokuz, hangi güne denk düşüyor

 

Dokuz, hangi harf peki?

 

Hakan Temiz

(Facebook kendi sayfası-Batman, Aralık 2020)

*

ŞİMDİ PAGAN ZAMANI
 

Ben, yani o Sinsi Pagan

Yüceltiyorum hedefi

Hiç kimseye aldırmadan 
        
Parmaklarımda hergelenin biri,
Dudaklarım darmaduman
Lanet edildi bana
Gök yeleli kurdun
Boynunu vurdum
Diye hepsi

Ve ben bir şaman halefi
Yanlış çağda müfteri
Gibi kabul edildim
Kibir kuşanmış bir serseri
Olarak dilim dilim
İdam edildim

Benim kana kana aldanan
Yıl, milattan sonra bilmem kaçtır
Ah gök bakışlı esrik kam

Lütfen onu incitme, beni kır

Çünkü sana kızarsa Sinsi Pagan

Menekşe bahçelerine dadanır

 

Bu bir ikilem, Sinsi Pagan bir yanım

Hapsolmuş içinde eski zamanın
Budun bolup insafsızca
Lanet edince bana
Daha iyi anladım::
 

Başladı işte şaman söylencesi

Davullarla vurulmuş iyilik töresi

Balı tükenmeden arının

Ne hoş olur bilir misin

Eski pagan âdetleri

 

Ben, o Sinsi Pagan

İzlemek isterim Asur'u, Babil'i, Nemrut'u

İşime son verdi ustam

Oysa ona, hep geçerken uğrayan

Tanrıtanımaz paganın

Ve aynalara aldanan papağanın

Mucizesini anlatmak istedim

        
Bilmem nasıl tasvir etmeli gezimi

Doğu bir masal ülkesi

Orada başladı bu Sinsi Pagan hikâyesi

Kars Kalesi, atlar ve uzaklıklar biçiminde

Göç etmiş erken dönem şehri Yesi'ye

Sinsi Pagan hayretler içerisinde


Tanımamış Artvin'de yeşili,

Şaşmış kalmış Trabzon'da ona mavi,

Kızdırmış Erzurum'da beyazı,

Sevmiş Mardin'de kan kırmızı

Leylak kokulu tepsilerde

Harap olana kadar

Şarap dövmüş ona Süryani kızı

 

Dili kanlı yılanın peşi sıra uzanan bir sur

Gibi merhem yapmış çiğnenmiş sakızı

Yol bittikçe bilenmiş güneşe

Oysa eskiden su olsa

Aldırmazmış ateşe
 

Ah bu nasıl paganlık hukukudur

Hiçbir kitapta yazmaz okuduğu

Neden ama neden

Emekçi elleriyle dokuduğu pazen

Çile olmak zorunda kalmış ona bazen


Sinsi Pagan, unutmuş kıl çadırları

Elinde eskimiş bir matem

Ve yumruk yumruğa patlamış kulak zarı

Lütfen, çekici geri ver, alnımdan akan ter

Karşılamıyor bir türlü zararı

 

Şimdi kimse bakmıyor yüzüne Sinsi Pagan'ın

Pagan şaşkın: Tanrım! Ben nasıl bir insanım?

Sen benim tamamlayıcım, ben senin inkârcın

Zamanın tozlarına karıştı tüm inancım

 

Anladım çoktanrılı bir tanrıtanımazın

Çelişkisi burada başlar,

Ve gözlerinden doğan ırmak olur

Yaratılışı bilinmeyen yaşlar

Zihninde Sinsi Pagan'ın

Uzak Asya ve Yakın Batı

İşte gökdelenin son kaçak katı

Pagan sinsi ama şaşkın

Bu iş sınırını aştı yarım aklının:

"Cogitoergosum"

Başlangıcı burada bitiyor sonun

Yine de sen beni affet

Keskinlik eksikliktir biliyorum


Oysa Sinsi Pagan ve serseri zaman

Birbirine teğet iki jilet

Dil varlığın eski evi

Bu da iki katına çıkarıyor endişemi    
 

Ah Sinsi Pagan

Sen ve ben, aynı ten

İki ayrı tin

Eşit değiliz kefesinde terazinin

Tek başına körüz

Maalesef

Çift yaradılışlı yönümüz

 

Hayır bu bir tasa değil esef

Biz birleşince kesen makasız

Ayrılınca bir işe yaramayız

 

Kaan Eminoğlu

(Eliz, Sayı:141)

*

HASA(R)T 

Her şey bir yerde duruyor
patlamış bir ampul
üflenmiş bir gaz lambası duruyor
özlemin bir nefeste tükenişi
karanlık çökmüş
iç içe gece ile gündüz
bir aşkın boğulduğu gözyaşı şişesi

Askılar giysilerden yorgun
sessizliği dağıtmak için bile söylemiyor
masa dendiğinde hırçınlaşan masa
diyen olmasa da
her şey her şeye yük
rafları ezen hatıra
kabartmalarla geçirgenleşen
lükens sandalye sehpa

Otobüs duraklarında insan ağaçları

büyüyor akşam güneşine karşı

meyvesiz kuşsuz ve kahkaha

nerden mi çıktı kahkaha

ilerleyelim bir adım daha

egzozlar söylüyor kaybedilmiş yarışı


Saksı çiçek olmak kaygısında

izmaritlerle gübrelenmiş

cılız dallar bir bahar sayıklar

ne ağaç ne çalı mazılar

alakargalar da didiklemese

yaşadığından kimin haberi var

duruyorlar işte oradalar

Mehmet Can Doğan
(Türk Dili Dergisi, Sayı:827)

*

GÜNEŞİN BULUTLARA

Üzülünce iyileşen yaralar vardır

Sonra anlarsın bunu, şimdilik büyü

 

Bir elmaya sorulur mu niye elma olduğu

Bir kuşa niye konduğu incir dalına

Hayata sorduğun bir nice soru

Misafire kahve kuzuya kına

Sonra anlarsın bunu, şimdilik büyü

 

Sayısız alfabesi var bakışlarının

Kim cesaret edebilir seni bilmeye

Ah sen de bilmiyorsun, çok istesen de

Yetmiyor zamanımız bir kelimeye

Sonra anlarsın bunu, şimdilik büyü

 

Ne çok bileşeni var kimliğimizin

Çılgınlıklar, sevinçler, yarım hayaller

Acılar aymazlıklar ve başka şeyler

Bir araya geliyor işte mucize

Sonra anlarsın bunu, şimdilik büyü

 

Ölürsem sevinirim demişti bir şair

Ölünce sevinecek, sevilecek, şahidiz

Aşka dair olmayan ne var yaşadığımız

Bir kalbi olduğunu söylüyor her iz

Sonra anlarsın bunu, şimdilik büyü!

 

Mehmet Aycı

(Muhit, Sayı:8)

*

DUBLİN'DE BU SABAH

 

taha ayar’a

 

dublin’de bu sabah üstümü asfaltla kapattılar arabalar mülteci dolu

kamyonlar seyyar satıcılar geçti üzerimden ben bir kışı sakladım bir şapkayı

hergün geçtiğin sokağın penceresini saksıya düşen saçını konuşarak kapanır

mı susarak açtığın yaralar mısrasını sakladım, delik deşik oldum, kanımı

sakladım kemiklerimi pazar yerlerine gece vardiyalarına çay ocaklarına

elinde paspas bir yorgunluğu temizlemekten dönen iş kur’lulara izmaritlere

peçetelere zayıflama merkezlerine sosyal yaşam alanlarına uzak bir

sıkıntıyım ben her gece müzikle çukurlarla gizli okunan kutsal metinlerle

bozuk musluklarla kapanamayan pencerelerin önünde duran çocuklarla bir

ağaç büyütüyorum yağmalanmaya durmuş bir ağaç

 

üstümü asfaltla kapattılar sosyal medya hesaplarıyla site içi kurallarla

yüzünü görememenin jilet vurulmuş sakallarıyla kapandım kapandım ben de

bir santurun ince teline kahvaltı masalarına kır düğünlerinin mutsuz

adamlarına kapandım sesindeki ırmağa çok bağırdım çağırdım seni

otobanlara iz sürme konusunda mahir değildim coğrafyam tekinsiz alnının

teri, elbisenden tenine geçen koku beni mayhoş edince elimde bir öfkeli

oturmalar elimde sayfalanın yırttığım şiir elimde bir izmaritten kalma kül

elimde kalaşnikoi sustum bir cenaze geçerken dublin açıklarında

 

Mehmet Tepe

(Aşkar, Sayı:53)

*

Reflü

 

her şey yavaşça batıyor

güneş gök yıldızlar dünya

 

hayatın kıç tarafındayız

henüz yukarıda olmanın rahatlığı içinde

düşene hemen yabancılaşıyoruz

herkese biraz tuzlu su

 

sonrası bir ölümü aksırmak

yükseldikçe inkarın reflüsü her acıya

                                    bir bahane

her gidene bir hafıza

insan olmak ağrılı bir şey

 

düşün ki bir yıldız kabuğuyum ben

ışıldayan bir acı

nereye yamasan kırmızı kırgın ağrılı

 

eğleniyor musun tanrım

 

işte, dönüp durduğumuz yuvarlak

hiçbir yere gidemiyoruz

sallandıkça ölü kuşlar gibi üst üste

 

avlamak öyle kolay ki bizi.

 

Elçin Sevgi Suçin

(Kurşunkalem, S:57)

*

Ait Olmak

 

Aitim, sana mı peki, bunun yanıtı zor

O yanıta aitim belki

 

Alkol ve gözyaşı iyidir, aşktan söz etmedim daha

Bir yokluğun var bilmezsin, hani bana şiirler yazdıran

Evet, o yokluğa aitim aslolan bu

 

Küfre aitim bir de beni kıymetsiz kılan her şeye sövüyorum

Kötü sözlere aitim, bu beni rahatlatıyor, savruk ve serseriyim

Ağaçlara ait olduğumu bütün dallar biliyor

Bütün trafik lambaları yeşile aitsin diye fısıldıyor kulağıma

Yeryüzüne ne kadar aitim bilmiyorum, sığ ve akılsızım

Yolum fırtınaya çıkıyor serin bir gece yansında

 

Şimşeklere aitim diye düşünüyorum, ama kendine gel diyor

Poseidon’un homurtusu bu

Pişiyor ve kulübeme çekiliyorum sonunda

 

Bal kovanlarına ait olmak isterdim bir de

Bisiklet pedallarına deli rüzgârda

Dalgalara, yıldızlara ve savruk dizelere

Evet, ait olduğum onca şey

Yokluğunun sağlaması belki de

Kendime ait olsam

Bir kedi daha beslerdim, yeminle

 

Ahmet Önel

(Kurşunkalem, S:57)

*

Kalbinin Kızıl Denizi

Cerenlere

 

dağın yüzüne çeki düzen veriyordun

sözünü yerine getiren sesinle saatlere

kuşları incitmeyen gölden sakinlik dile

ölümsüzlük de seni arıyormuş

sıcaklığını insan yanını imkansız

 

saçlarını aynada bıraktığın sabahın

akşamında kavuşabilmek kaderse

bir ihtimal daha var o da ölmek

yalnız değilmiş iki canlı gölgen

sararmışlığı diliyle okuyor yollar

başkasınınmış sanki bu bahar

 

sokağı dönen üzüm siyahı gözlerin

henüz açılmamış öyle masum

yaşamak dar bir kapıydı

dizlerin yerine yüzüne kapanan

diken üstünde dön sen dünya

kalbinin kızıl denizini tam ortadan

alaca ve karanlığa merhaba

 

candan bir gölü emziren annelerin

yasıyla kimse geri gelemez dünyaya

ne gam günün birinde ellerinde

yaprakla gılgamış diyorlar ki

ateşti kucakladığı su hiç değil

yanında görmek istersin tanrıyı

gelirse ne olur ses ver

 

Nurgül Özlü

Kurşunkalem, S:57

*

BUĞDAY DERNEGÎ

 

bitti mi baba? bana verecekleri keder

haksız ve canlı dudağa düşse

kömüre çevirirler yaptıklarını

bitti mi baba? melez tohumlar ürettiler üstüme

topal kaldık, bir ayağımız yok

hıçkırıklarım yankılandı duysana

soğuk camın ardından görmek zordu seni

kimse iş vermiyor baba, bir selin içinde sürüklendik

uykuda güldüm her seferinde

seni düşümde görüp merdivenden düştüm

kötüleri iyiye çevir diyordun bana

kaybolan çocuklar gibi uygunsuz pozlar verdim

bitti mi baba? kanlı hatıra senden sonrası

elli yılda yıktım gençliğimi

kitabımı kaç kişi okudur' yaz demiştin

yaz da parçalan:

boş sayfalar, kalem, silgi kurtarır seni

bende zehri kaldı baba

söz hurdalığı yakışmadı üstüme

aynı renge boyadım insanları

karıştırdım fiyaka yapısında biçimleri

birbirimizi düşman görmek niyetine olan-biteni

 

bitti mi baba? buğday demeğinde göreve başlıyorum

ölümler sıradan hal aldı yeryüzünde

atalık tohumlar besliyorum toprak üstüne

senin üstüne örttüğüm bir avuç toprak

işime yarayacak desene

 

Hüseyin Peker

(Şiiri Özlüyorum, S:94)

*

Yarını Yok Geçmişin

 

artık ne söylesek kırarız birbirimizi

tanı halkla geçmişini; kendine yepyeni sür sabahı

yanlış, diyor psikiyatri: cereyan inzivada yakalar,

kardaşların barış sevdası kalacaksa gençliklerine

yakışacağız: tıkanmayacak nehirlere çıkan yolda bahar

çünkü çıkamıyor yokuşları öylece yırtılan şeyin hükmü

orada olacağız, yokuşlarda, kıran kırana yarma.

 

düşün dünden kalan bir şey mi sevda

düşün neresinde barış arzusu kıymetli

düşün yıllardan, kaçak kömür ocağı şehir

kurşuna dizilecek mi sabotajı da yılların

batıya yetişecekse çığlığı doğunun

nerede kaldı bir merhaba asırlarca

 

kızgın nehirler ve gerçek: yarını yok geçmişin

komando da oldum ağır sıklet de; yüzüme karıştı evham

sağ kanattan pota altına backhandten ters garda

buradayım, hazırım eşdeğerlik tablolarını yırtmaya

ve bizimkiler ne söylesek, diyor, ne söylesek artık

vedam, yaylalarda kekik kokularına karışır

bir türlü alışamadı karambole inzivam

ne söylesek, kırgınlığı kurcalamak antrenmanlarda

 

Kerim Akbaş

(Ecinniler, S:1)

*

Ölüyüm, Kusursuzum, Güzelim

 

Beni bul istiyorum kalabalık bir sokağın ortasında

Ayıplanman için seriyorum seni, böyle deli

Çekilmemiş fotoğraflarımıza bakıyorum

Uzak bir yıldıza akarak

Bu yalnızlığın koynundan kopart beni

 

Anlatmayacağım hikayelerim var

Bilsen küfredersin bu çirişi çıkmış dünyaya, bilme!

Ben acıyla öğrendim Allah’a inanmayı

 

Okuduğum kitapları yeniden okuyorum

Zeytin topluyorum bahçeden

Sonrası bir ağlamak

Gerisinin seninle hiçbir ilgisi yok

 

Suyumuz karışmalıydı birbirine

Aynı göle düşmeliydi seçtiğimiz yıldızlar

Eski bir kilime bağdaş kurup oturmalıydık

 

Payımıza düşen ayrı ayrı yollar

Sen nar tanesisin, asi bir su

Ben ölüyüm, kusursuzum, güzelim

 

Ayfer Karataş

(Altı Yedi, S:4)

*

Teller, sınırlar, ölümler

 

Ceket cebinde kalan hatıraları babalar ölürken öğrendim

Annem leğende yıkarken eski hatıraları öğrendim

       Yeşil sabun köpüğünün kaç tas suyla gittiğini...

Körpecik hayallerin peşine takılıp giden güz günleri kadar acı

Yağan bombalardan kaçan Leylaların üç örgülü saçları

Dalgalanır bomba grisi gökyüzünde kızların sesi...

Dokunurken gönlümün bam tellerine,

       Denizin yuttuğu çocukların sessiz ağlamalı sesleri...

Her zerrem parçalanırken         .

       Sarışın ve tombul yanaklı oğlanların dudaklarında dökülen ölüm haberlerine

Bir kez daha ölüme varırken başlar...

Kim kiminle, ne zaman, nerede...

Hesaplamaların en ağırını, üç abamda pi

       sayısını bulamadım vicdanın yerini..

Göğümüz kana bulanmış uçan uçurtmalar ve kan balonlar içinde pıhtı…

Teller, sınırlar, ölümler

 

Sait Özden

(Altı Yedi, S:1)

*

dönüşsüz rüya

 

          Ya Resûl'Allâh/Seyahat hemen' için .

 

rüya! âh, karıştı şefaat senin tuzlu bölgelerini

görme isteğiyle, gerçek sandım, yürüdüm ve

yenildikçe yenildim ayaklarına yeni harbin

burada suya savaşıldı, harlandı riyâ

dile gelmez tarifinde o vardı her şeyin

kanatlarım yetmedi ve uçtu büyülü kâğıt

var oldun diye bengisiz bir rapor elimde

Buket aradım. Buket aradım da nüksetti

aldığı form devasa bir ayâna, bilinene

ben kayaçlar, ben parmaklarından haritalar

iletmiştim allah’a. ne geldiyse O'ndan geldi

dedim ve dışlamadım seni toplum gibi

 

kıyam! uçurum çiçeği de bir seçimdi mesafelerimde

bilmeden kazandım yalpalayıp izleyeceğim gidişi

İbrahim'e inanmadı doğa, bebeğimdeki çağ sesleri

soğuttu madde denilenden. rabbiydim kalakalmanın

ilk, bakışımın goncalığı yitirdi tüm algılarını

anlatma dümeni yıkık huylar sonra

ter getirdi senin ferahlığın bana, fer kırdı

her gezegende metruk kemiklerimde

süssüz kimliğimle, vebasıyla adımın

artık zorlanamaz hiçbir asa, taşlanırım

nereyi etsem tavaf, evim olur sargılar

dönüşün ve sarılmanın bu hâlinde

 

ben hiç rastlamadım rüyamda bir peygambere

 

yiğit kerim arslan

(Veronika, S:1)

*

AMED

 

Muhittin abi için

 

Artık gitmeliydin buralardan

Kan kokusu sarmışken heryeri

Nefes aldırmıyorken ensendeki gölge

Tek tek silah sesleri

 

Koştururken sen

Daracık sokaklarında

Renkli duvarlarında

Ne mutluydun oysa

 

Uzaklaşırken hayatından

Bırakırken kendini orada

Baktın uzun uzun ovalarına

Ağladın ağladın o kara taşlarına

 

Gökten iki damla yaş düştü

Biri sana

Biri diyarına

 

Fatih Balkan

(Papirüs S:28)

*

B. İÇİN BİR ŞARKI

 

Yokuşun başında bir evde

Ayva boğazımda kaldı.

Böyle bir tekerlek çevirdi arkadaşlarım.

Kargıdan bir at sürdüler.

Hiç bilmedim nasıl da olduğumu endişeden.

Kuru, yaz öğlesinde bir oyun

bir gülhatmi gibi yersiz

upuzun ve tek başıma korktum sizden.

 

Görmeden inandım güneşin altında öterken öldüklerine.

Gizli gizli uğuldadım.

Bir bahçede.

Duvarın arkasında.

Kendi kendine öterken sırtüstü düşüp sesi kesilen ağustos böcekleriyle.

 

Bu kavruk topraktan attım yüzüme.

Acılaştım, beyaz çiçek tadıyla güldüm bildiği

 

Yersiz, upuzun

 

Gökhan Turgut

(Sözcükler S:88)

*

YANARDAĞ SENFONİSİ

 

Akşamın saklı bahçesinde

soluğumu öpüyor

bir yalıçapkını

 

Ilık çiy esintisi

iç odalarıma doluyor

titreterek gülistanımı

 

Düşlerimin kristal kapısı

destansı bir aşka aralanıyor

 

Girdabına çekiyor beni özlemle

kokusu burnumda ten sığmağım

 

Sıcak lav gölünde

ikinin bire eridiği

yanardağ senfonisi bu

 

İnleyen ezgilerle geliyor

huzurun rehaveti

bulutsu yatağına sarmaşıkların

 

Beste Bekir

(Delikli Çınar S:61)

*

post çorda lapıdes

 

Bir cehennem gibi homurdanıyor ay ışığı

Alevden denizlerde yıkanmış korkunç gün

Aldanmış, umursamaz küllerden bitme gün

Gecenin terli omuzlarına dağıtıyor beni büsbütün

Gökyüzünün kırbacıyla taşan sabaha alışığım

Aklım, sahte bir kusmuk gibi birikiyor yüreğime

Üvey küllerin ortasında çapraşık, kala-kalmışım.

 

Bir cehennem gibi homurdanıyor insanlar

Asmaları, çılgın karalığıyla yıpranmış köprünün

Üstünde yük olmaktan solgun, damarlı insanlar.

 

Uykum, suya atılmış usturanın keskin tarafı

Sessiz, yılgın ateşin alnına konmuş bir kılıç.

Hiçbir şey pamuksu ölümün aptal dili değil artık

Sıska darbelerin kan tükürdüğüm mendili

Gün doğumunun yapay, köhne aksırığı değil.

Çünkü, ağırlaştıkça yüzlerini öfkeyle kapayan

O yumuşak toprağın kalbine vurulan insanlar

Sert zırhımın içinde birikiyor benim.

 

Birikiyor, taşra şarkılarıyla mahcup soğuk

Birikiyor, sanılmışların aksine kesin olan

Birikiyor, dişlerimin arasına masmavi kan

Birikiyor, yarın öleceklerin ömürlerinde kalan

 

Mithat Sertan Altınok

(Varlık S:1352)

*

Bir Bitiş Serüveni

 

Değme düşer ruh halim hayatın akışında

sesim kırık

yaralı bir kuş soluklanır göğsümde

acılan tetikliyor gün sonu

ömürden ömür çalmak diyorlar

kendimi, hangi yöne sığdırayım sevgili

 

Düşlerini parçalayan deliyim

eskiden kalma yara yatay-dikey içimde

sırlarımı gömüyorum tenime

kayıptan sesler geliyor "git" diye

yanlış bir hayat için yeminliyim doğuştan

 

Aradıkça senden geçen izleri

küflü hüzün buluyorum

savrulmuşum bu yüzdendir belki de

beni sende bulmalıydın, olmadı

oysa, çift kişilik masalda uyumak istemiştim

 

Şimdi

bekliyorum suskuların dikenli avlusunda.

 

Fatma Aras

(Sarmal Çevrim S:14)

*

su

 

bütün gece seni yağdım, sözcüklerini

incittiğin bir bulutun penceresinden

sabırsız beklemenin tane tane sözleri üstünde

nemli ve bol sabahlı dinlenirken

sustuk... sustunuz

belki şimdiye yakın, belki daha uzun

 

yine ben olurdum anne, sen olmasan

böyle, esmer kendini bilen, kırmızı

bir bahçeyi akmak var baharın kitabında

sular boşaldı merkezinde hasretin

rakamsız duruyor avuçlarımda

bir kadının boyasız çığlığı

 

bulutun izi duruyor yanağın fazla rüzgâra

şırıldar yaprağa doğru su

içimizde yalpalatan bir ateş kıpır kıpır

ağızla dönüyordu sayfalarına suskunluğun

annemin çok uzun boylu gideniydim

yana yakıla, başlat beni

sıcak bölgelerinde coğrafyanın

 

gel seninle yüz yüze sayıları işaretleyip

dibinde uzanıyorum kanlı canlı ömrümün

bilinenden büyük uçuyorsa kuş

bardağı taşıran son damladır ölüm

ten ve çizgi, yıldız ve şiir, uzak ve uzak

 

Velicem Yılmaz

(Berfin Bahar S:264)

*

hasta la siempre

 

annem korkularıyla ördüğünden patiklerimi

yürümekle düşmemek arası bir şeydi dünya

siyah beyaz bir fotoğraf ve duvarda babam

cızırtılı bir ses, toprağa gömülü kitaplar

sınadım zamanla tüm yanıtları

: ölüme ötelenmiş umut, kör kapı, sağır duvar

kirli sözlerinizden arındım

ey bunaklığın azgın bilgeliği

öldürdüm büyüttüğünüz çocuğu

şimdi ben isyana göveren bulut

şimdi ben kızıl kanatlı yer kuşları

bir latin ezgisiyle yürüyorum kalanı

sonsuza dek doktor, sonsuza dek

 

Yusuf Yağdıran

(Yeni E S:40)

*

bursa çarşamba yıkılıyor

 

                               Attilâ Ilhan'a, Ümit Yaşar’a

 

Yürüdüğüm han içleri kalbimi dışarıya kustu

Çay buharları, buharlaşan gürültü ve kent fosilleri

Ensemizden bir hırsız gibi sızan sinsi kar taneleri

Gidiyorsun, bunu biliyorum, biliyorum, zaman aynaya bakmaz!

Fakat şarap şişelerinde öleceğim

Beni unutma!

 

Merdivenler, şehri bir kavuşma tünelleri gibi örmüş

Sakallarımda ay tozları ve sürekli kaşınan bir geçmiş

Ellerini verdin, gittin, onları buzdolabına koydum,

çünkü tüm dokunmalar taze kalmalı

Beni unutma!

 

Sana hiçbir şey veremedim, beklentilerden ve korkunç şiirlerden başka Odalardan odalara geçtim bir işçi karınca gibi, kendimi vururum

Bunu bil, bunu bil, ayrılık pistten havalanmışsa tanrı birden her şeyi unutur Beni unutma!

 

Bir kaset çalıyor, Çarşamba'da bir Bergen çalıyor, asfalt parlak

Yağmur uzaya doğru yağıyor, seni kanayarak seviyorum

Bu kadar yeter, bu kadar neşter yeter, kalbim sustuğu yerden kanıyor

Tam gidecektin... bir mucize olmadı, öylece gittin

Parfümlerini al, çekmeceni al, yataktaki sıcağını al

Beni unutma!

 

Ve sana söyledim hep, sesin suya karışan bir fabrika atığı

Ve sana söyledim hep, kafa kafaya çarpışmış iki kalpten

Geriye sadece et parçaları kalır

Bir ağlamak gemisi limandan demir alır

Beni unutma!

 

Ah, bu yaşlı bilge gökyüzü, bu geceleri sarışına dönen şehir

Yürüdüm, kestirmelerden, daracık yüzlerden,

başka hayatların içinden geçtim

Bildim, bir ırmak intihar etmeye kalkarsa, bir hoşçakal da öyle karışır kalabalığa

Sis başlar, Darmstadt Caddesi'nde dipsiz bir bulantı başlar

Yalnızlık, dört yanı Allah olan bir astronot kalbi gibi yerleşir odalara

Yine de, yatak odamızı yakacağım

Beni unutma!

 

Onur Sakarya- (Varlık, S:1350)

**

TUFAN

 

başımı kaldırdığım an görüyorum

: günün telaşı bulaşmamış henüz gözlerinize

ince kalemle çizilmiş zarif bir

sonsuz işaretinin içinden bakıyorsunuz

sıcaksınız bir o kadar da yakın

ama koruyorsunuz aradaki mesafeyi

yanımdan öylece geçip gidişiniz

tam bir denge terazisi

 

ağzınıza takılıyorum sonra

ağlamaya hazırlanan bir çocuk

kayboluyor sanki kendi çocukluğunda

her şeyi çok çabuk büyütürken küçülüyor sesiniz

öpüşürken dudaklarınızın önünde

sizin olmayan bir dünya koyacak gibisiniz

ya aldatmak üzeresiniz aldanmışsınız ya da

hayatı bölen bir köprünün üzerinde

 

daha zamanınız var

ama olacak, biliyorum

 

şimdi

içine tufan yüklemiş bir gemi

usulca geçiyor rüzgâr toplayan denizi

 

Nuri Demirci

*

güzel şeylerin listesi

 

Güzeldir bir kadının beli

Kalçalarına doğru ellerin kıvrım molası

Memelerin tam ortasında bir öpücük arası.

Aklında olmak birinin güzeldir sabah yürüyüşlerinde

Üzümü dalından misket misket koparıp

Yârin dudaklarını izleye izleye diline yatırmak gibi

Güzeldir

Beslemek şiirle sevdiğini,

Sevecenlikle anlatmak,

Çocuk gibi karşısına geçip şaşırmak

Sevdikçe susmak karşılıklı.

 

Dilek Mayatürk

Varlık, S:1354

*

Cehennem

 

Kendini hayallerinden asmaya başla

Düşerken en dipsiz kuyulara

Çift kişilik bir yolculuk bu zemberek

Kim öldürecek önce sevgi çiçeğini

Merhametli bakışlara beton dökmek

Umudun köküne kırk kibrit çöpü belki

 

Hatıraya kurşun dökün bir hayra yormak için

Kaldıysa bir kırıntısı iyiliğin umuda varmak için

Sevabı ahirete erteleyerek bir cehennem kurun kendinize

Dayalı döşeli hem de

 

Promosyon hediyeli bir meleğin gülüşü

Az geldi söndürme bu ateşi

 

Hatice Fakioğlu

Varlık, S:1358

*

NİCESİN YÂR?

 

Nicesin diye sormazsın ya, haydi sordun diyelim

nice olduğum bana kalsın, ağabeylere 'efe'

babaların oğullarına 'gızan' dendiği yerdeyim

artık buralarda da eskisi gibi gök berrak değil

dün gece yaralı cumhuriyetime bombalar düştü

her gürültü yürek vurgunundan öte kuru gürültü

mantar kafalı toz duman bir dünya içindeyim

 

Kül, ateşin mi alevin mi günahı mıydı derken

unutuldu tahir makamlı o güzelim zeybek türküleri

kartal kanatlı eller indi yere, sustu davul zurnalar

bilinmeyen avuç içlerinin buz tuttuğu yerdeyim

dünya bile kırk beş derece eğikken kendi eksenine

uzanıp elimi tutmazsın ya, hadi tuttun diyelim

tasarlanmayan örgütsüz hâlimle aşklar içindeyim

 

Mehmet Genç

Berfin Bahar, S:270

*

KUM BENİM İKİZ KARDEŞİM

 

Sabaha çok yakın bir gecede uyudum.

Kan görmediğim iyi seslerdi onlar.

Üzerine konuşulmamış yoksunluktu iki hayvanın uyuştuğu sesler.

Neyse yokladım boğazımda hafif yüksekten düşmenin uğultusu kalmış;

 

bir hayvan etinden mutluluk benim buzluğum

uzağa taşıdım gözüme kan döküldü

şaşaasını yas küllüğünde kurutmuş sürtüldükçe derin döküldü

çok yıldır montaj yapılmamış şunlar hayatından bulunmuş parçalar

zararı şunlar şunlar çatlamış sesinin

çınsız tüm safranı kabartıp yollanacak beyin ve idrar

karnında öldürmeyi büyümeden kesmeyi deneyler

zehir taşıdığına kandırıldı kendinden öte çınsız

son diyecekleri sevdiğine bulaşmasın ister

 

gölge gölgeye dönüşüyor ölü ilk gördüğüm ölüye

karın boşluğu ot lekesinden mutluluk benim morgum

çok y ildir kimliği bulunamamış akustik travmaya

kanıt zincirinden yumak satan salonda

hayata jeton atmamış bir çocuğun sevdiğine şişlendi

uzağa taşıdım karnından gözüme kan döküldü

kum benim ikiz kardeşin

kopuk tükürdüğümüz geceyi tanırsın

 

kum. benim, ikiz kardeşim.

 

Gökhan Bakar

KE, S:2

*

SIKINTI

 

Üstümüzden geçiyor kalın kalın uğultu, biter mi?

asırlar kadar uzak saatlerin arası

oyuna benziyor günler

 

İstenmeyen ölümler var, dünya isli, dünya puslu

bir baharlık çiçekmiş bize verilen ömür

kuşa döndü duamız

arkadaş, saklanmış kent güzelliği, ses sese dokunmuyor

kendimi aramaktan, kendim tırmanmaktan yoruldum

bütün sevgi bağları dağların arkasında

yer yüzü darmadağın

nefesim, bir de göğüm hiç yere sığamadık

 

Hayata mektup yazdım, kitapların arasında dolandım

aah! bir elimiz bin el olsa, kaygıları bir trene bindirsek

kaç yıldız öte gider

 

Biliyoruz bir gün iki bölümdür, biri kara, biri ak

gece büyük, gündüz ondan daha büyük, ama

karanlığın ağzı açık insanları yutuyor

 

İçimizde dağ çöküyor... daha... daha...

 

Fatma Aras

Çini Kitap, S:61

*

KESİK BAŞLAR İÇİN SÜRREALİST ÇIĞLIKLAR

 

Bu benim çocukluğum, cehennem çukuru değil!

Biraz çam kokusu, biraz yün atkı

Çam kokusuna yalnızlık çok yakışıyor

Yün atkıya zemheri soğuk da öyle

Bu benim çocukluğum, cehennem çukuru değil!

 

Mesafeler tahta birer cetvel gibi.

Yadırgının çengel suratlısı aradığı bahaneyi buldu

Yine kendime sakladım yüzümü güldüreni, kabahatim büyük

Postmodern yaklaşımlar hayat kurtarmıyor

Çok uzaklar, çok sevecen olmakla ne amaçlıyor?

 

Korku filmlerinde figüranlık yapabilirim

Korku olarak!

Kekeme bir sokak lambası olabilirim ya da

Birçok onurlu ölüme şahit olurum, canıma minnet

Şehrin bulvarlarında iyi adamların yasını tutarım

 

İçimde kabaran sunturlu bir denizdir

Acının mahfillerine ektiğim, ayrık otları

Yılkı atları hürriyetine düşkün olurmuş, çalımlı bir yalan

A n l a y ı n  a r t ı k

Kuş cenneti, kuşların ölünce gittikleri bir yer değil.

 

Muhammet Yusuf Alptekin

Mavi Yeşil, S:124

*

KRAL ÇIPLAK

 

Kraldan çok kralcı, kralcıdan çok soytarı.

Tellallar ki sesleri kuytuların koynunda

Gezer zift sıcağının hazzıyla sokak sokak.

Bilen var mı davul kimin boynunda,

Kimin elinde tokmak?

 

Acı yudumladı acı söyleyen terziler

Vira demir, belki pupa yelken,

Kim bilir hangi meçhul koylarda.

Zira tûti dilli terziler muteber saraylarda.

 

Pıhtılaşmamışken yaralardan akan kan

Kavgalardan bezgin ama erguvani ruh hali.

Sözlüğe hapsedilendir vicdan

Malum terziler elindeki kıyafetler misali.

 

Heyhat ki büyükler zeki!

Vicdan tohumlan ekili topraklar çorak,

Gözler güneşli ve nisan yağmurlan, özler kurak.

Ya çocuklar?

Canhıraş çığlıklardan miras kalan

Sesi kısılmış çocuklar.

Peki kim bağıracak: Kıral çıplak! Kıral çıplak!

 

Mustafa Döşdemir

Akatalpa, S:248

*

YALNIZLIK ÖLÜM BOYU

 

Tam şurada kalmış sesin aldım yerine koydum

bir yüzleşme nasıl kapanır acısı açık yarada

bu yaz hiç olmazsa birileri âşık olsaydı

ben her yaşta garip bir çocuğum

yalnızlığım ölüm boyu

hiç uyuyamam begonviller açarken

taze cennet narlarından parmaklarım acıdı

ve bir arı sokması şişkinliği yüreğimde

tuzsuz deniz suyu olmadığını anladım

yani bir bahçede ürkek kedi gibi önce

gözlerin keşke bir akşam alacası olsaydı

Evet, gördüm, siz de gördünüz

kumda ölüm bir dağ masalı

yaz güneşi batarken alnımda

 

Yelda Karataş

Akatalpa, S:249

**

HİÇLİK BIÇAĞI

 

       Hiçbir şey değilim, hiçbir şey de olmayacağım

       Hiçbir şey olmayı istemesem de

       dünyanın bütün düşleri var bende!*

 

Düşlerim var sızım var kendime sözüm var

yarama ve yasıma rağmen narçiçeği gibi

şiirlerde açacağım ömremülk-

dinginliği ve ölümsüzlüğü sırtladım işte

kandaki bıçak ölümü de

öldüğümde hiç ağlamayacağım!

 

Kaça kurtula kendime sapladım işte

şiirden yapılma hiçlik bıçağımı

kan da benim kırmızı da

kaç şiir defterim var

hepsi de siyahKırmızı

 

Ahilik de dâhilik de insan tiki

hem şâir hem insan olamadıkça insan tiksinti

sağ olsun var olsun dostlarım

onlar sayesinde zâyi ömrüme

afili ihanet ve puştluklar ekledim

 

Ah be Zülâl,

suflörüm bile yanlış ve flu konuştu beni

ömrümün dokümanter filminde, ne derim

 

İnsanı da deliliği de hazır olda bekledim!

 

*) Femando Pessoa lAlvaro de Campos!

 

Hüseyin Alemdar

Akatalpa, S: 241

**

DÖNÜŞME KIRIKLARI

 

Düşüp kırılıyor eylül aynada

yanık turuncusu güzün.

Herkes kendi bakışını yakalıyor

yağmur yeşili, soluk mercan, toz kahve

onun bir yüzü var mıydı?

 

Gittikçe çekiliyor güneş günlerimizden

rüzgârın sıklaşan ziyaretleri telaşlandırıyor ağaçları

sigaranın ucundaki kor, kırmızı

savrulan dumanlı düş

sarhoşlukta ölüm

kül grisi kuş

veya sonsuza dönüş.

 

Kaç yaz geçti bu yoldan, saymayı bıraktım

ayaklarım ıslak çayırlarda, su sesi yumuşacık

bacaklarıma dolanan eteklerim, eve varış.

 

Yazlar hep kısa sürdü bildim bileli

(Now that it rains in Givemy)*

Eylülün de kolları kısalır bundan sonra

herkes kendi kırığına sarılır.

 

* Givery'de yağmur başladı

 

Elif Firuzi

Akatalpa, S:245

**

SUÇÜSTÜ

 

Bir gün suçüstü yakaladım bendeki başkasını;

belleğimdeki külleri deşeliyordu,

sakladığım kıvılcımları dolduruyordu torbasına.

 

Bir zorbanın giydirmek istediği

deli gömleği ülke vardı torbada.

Çekinerek bakışımız vardı

korkarak bakışımız, kuşkuyla birbirimize

yakınlaşmamızı haksız çıkaran.

 

Dünya üstümden geçen bir ahmakıslatanken

beni boş kum saati yapması vardı

ince bir esintinin bile vurduğu fiskeyle.

Düşüncemin istiridye çiftliğinden

kara inciler toplamaya gidişim vardı.

 

Mermer olmayı seçtiysem mermer kalmalıydım,

içimde taşımalıydım süremi.

Baobab olmayı seçtiysem

çiçeğimin açmasına uzun zaman çalışmayı bilmeliydim.

Kimse beni bir zincirin halkası bile yapmazken,

öğrenmeliydim sessizliğin çanlarını dinlemeyi.

Torbada bunlar vardı.

 

Kışın çıplak bıraktığı taşları baharın giydirmesi vardı.

Fırtınalardan uzak bir köşede

doğum yerim yapışım vardı bir dost selamını.

Bir de yerleşik yolculuğumdan kalan soru:

Hangi çalgı daha iyi alır sesin kokusunu?

 

Ne çok kıvılcım vardı torbada!

Nicedir yazacak şey bulamayışım ondanmış demek!

 

Aytekin Karaçoban

Eliz, S:142

****

AĞZIMDA HÜKÜMET

 

aynası kırılan bir tarak gibi çeviriyorum yüzümü

arka cebimde market fişleri kredi kartları

 aynalar olduğum kadar gösteriyor beni

-gösteriyor mu?

-belki biraz iç bükey/belki olduğumdan kilolu

fişlerde çikolata markalan ve ekmek

(zaten çokça konuşuruz ekmeğin üstüne

yemin ve kutsal yükseklik taşır hamuru)

benzetmesi kendi içinde olan dizeler kurup

sonra-

ağzımda bir hükümet kurulur/söz geçirir bana

kaçtığım ne varsa doğrultulur vitrinlerden

bir çiçek bir vitrin satıcısı- kaçıp kurtulmak/oysa ağzım hükümet

 

azı dişlerim ve saraylar arasında nasıl bir benzetme bulunur

sıka sıka kaç saray kurar

ve kaç ağızda toplar yamukluğunu

dişlerim: keskin bir bıçak

kullanırım ağzıma aykırı ne varsa

ve kimin umurunda kırdığım parçalar

toplasam + ağzım = beyaz saray

 

allah bizimle beraber-se

/ki ben bunu bilirim ve taşırım ellerini alnımda

bizim buralarda çokça anılır adı

harflerini küçük yazarım kutsalların

ve bilirim ki alınmaz kimse

bunlar yıkılır alnımın üzerine

allah'ın elleri durur yerinde/

 

ben taşırım ağzımı isimlerle ve büyütürüm ağzımı

dişlerim derim yine keskin bıçak

dokunup geçer yanaklarımın içine

-aynalar evet, kilolu gösterir beni

ağzımda kanar durur bir hükümet

 

Cihan Adıman

(Eliz, S:143)

**

 

En güzel yalnızlığımdı o yıkıntı ev

Çocukluğum kalakaldı kapıdan dışarıda

Faydası yok birine seslenmenin

Gördüklerimi unutup yaşamanın bir yolu olmalı

Kaç ölümden sonra gelir bahar

 

İnsan kendi tarafıdır bilmez mutlu olmayı

Ne yapsa nafile aşktan çok yalnızlığı hatırlar

Bıçağa batar teni çığlığını aradığı yerde

Ge|ip oturur gözlerine kırılan dallar

 

Sevmek korkusu var bana mucize gerek

Adım Li yasaklı mektuplarda

Gittim kanayan yaraya düştüm

Başladım yeniden yalnızlığı sevmeye

İnsanlar üst üste yaşar

Evler ki uzak birbirine

Sesimin gitmediği yer bağışla beni

 

Hangi yüzü düşünsem toprak doluyor gözüme

Hastalıkla kandırdılar ölüm girmemiş evleri

Evler gözlerini kaybetti bir kadın ağlayınca

Koca bir sessizlik söküldü kollarımdan

Su yoktur ekmek yoktur ışık yoktur

Kaç çocuk birden sarıldı kalbime

 

Bu duvarlardan

Bu cesetlerden sonra

Yarın kimin adı ile çağırırlar beni

Kime huzur verir girdiğim kapılar

Kim öğretir kuşları sevmeyi

 

Hâlâ bilinmiyor bulutlardan inen denizcilerin sırrı

İyi ki o denizlerde ölüm yok

Odaları dolduran öğütülmüş ömrüm

Bıraktılar en sonunda uzun üşümelere

Otların çiçeklerin beklediği rüzgar

Konuştuğum bütün ağaçlar yaprak dökmekte

 

Döndü Açıkgöz

(Akatalpa, S:250

**

SON MAKARNA TANESİ

 

Ben, uzun yollardan ve tenha arsalardan geldim

Şimdi her şeyin vaktidir, demek için

Külahları yakmış dumancılarla dev beton borulardan

Babalar dönerken en çok, ellerinde bazen ekmek ve az rüya

Çamurla karışmış yoksulluk, ucuz tütün ve fıçı bira

Ganyanlardan manyanlardan dönerken babalar

Sesim bir gürültüyle kaçtı dolmuş duraklarından

 

Bir çeşit göktü, ellerimden düşürdüm, bu ölüm

narenciye bahçelerinden geldim

Bir sürü ağıttan kafa gülümsüyordu yaprakların arasından

Anneler süpürge yontarken avlularda

Siyah poşet sağanakları altından geldim

 

Şimdi her şeyin andıdır, demek için

Kardeşler kemirirken evin tuhaf ve kirli ruhunu

Seccadeli odada dualarla duvarları yumruklarken ninen

Dağılan tespih tanelerini yutan aç farelerden

Bir de babalar yürürken gecenin kadifesinde, ellerinde çay

Tencerede kalan son makarna tanesinden geldim

 

Onur Sakarya

(Akatalpa, S:241)

**

KIŞ BALADI

 

eski evler biraz yağmur biraz ışık ve sen

ışık ülkesine gidilir senin gözlerinden

ahsen günler seninle gelecek ah bir bilsen

bugün güneş kararsızdır bulutlar gezgin

senin ülkenin seması aydınlıktır nurdan

 

su sinsi sinsi donar geçtiğim her yerde

senden habersizdir her yeşil yaprak

sararır rüzgârın değdiği her masum ten

yanık bir kimliğim kuru ayazda anla artık

soğuk olur kış geceleri üşümek sensizlikten

 

en sevdalı bir yürek bu mevsim kapını çalar

yitik günler yağar biraz ak biraz kara

biri üşür kapında ürkek elleri mülteci

rüzgâr başımda amansız bir törpü olur

zaman eğri yağar yürekler kanar

 

bir düşün akşamlan kuşlar nereye gider

bir düşün nehirler ırmaklar nereye akar

o bakışlar olmasa bütün insanlar ölür

n’olur bir su birikintisi gibi geçme üstümden

sahili yoktur yalnızlığın sevdanın

 

doğuda kar altında koca bir bahar vardır

o bahar bir de benim göğsümde saklıdır

ey ülgen’in merhametli ve haşan çocukları

bu kara ülkenin aydınlığı nerdedir

gözlerin umut mevsimidir bir yeni hayattır

 

bilmezsin bu şehrin yollan neden eskidir

ne varsa yerde gökte hepsi şendedir

acılar ikliminde açmasın mı çiçek

solgun ışıklan da ah bu mevsim bitecek

bilmezsin ruhum nasipsizdir ışıktan nurdan

 

Ümit Yıldırım

(Akatalpa, S:242)

**

Deri

 

Ben de kalbimin esnek derisini

Simsiyah bir ağaca gerdimdi zamanında

Uzayan dalların altında gölge bulan

Kuruyan çatlayan ses çıkaran kendi çapında

Odaların kapılarında kan akışıyla yaşayan

Biri oldum zamanında

 

Böyle zorlamalar oluyor hayatın sarsıntısında

Nabzını tutuyorlar tansiyona bakıyorlar

Göz göze gelmiyoruz göz kaçabilmeyi biliyor

Sen kalıyorsun ortalıkta

 

Ben bir neşter sancısı duydum kulağımla

Kesilmeyi bağıran ağız açıklığında

Bedenin parçalanması mesela mezbahalarda

Mesela durması saatlerin kadranda kan akışıyla

Öyle zamansız ki ölüm hayvanların boğazında

 

Elif Sofya

(Sadece Şiir, S:4)

***

Festival

 

Yaldızlı salonlarda büyük hanımlar dans ediyorlar,

suratlarını değiş tokuş ediyorlar birbirleriyle

ve salonların çürük noktasına sürünüyorlar

-benim titreyişimse bir başka danstır.

 

Mermerin karolarına şampanya döküyorlar.

O şampanyadan süzülüyor bir ruh

ve kolaçan ediyor şişkin cepleri:

Benden bir fotoğraf çıkıyor ve ağlıyor

mermerin karolarına doğru.

 

Sabunlu duvarlara rüzgâr vuruyor,

düşürüyor hanımefendileri, beyefendileri.

Beni kaçırıyor

göklerin yaralı duvarlarına.

 

Duvarlardan yaraları toplayıp

bir madalyon gibi takıyorum göğsüme.

Yıldızlı salonlarda

her an düşecekmiş gibi

dans ediyorum.

 

Bilge Miray Aslan

(Varlık, S:1358)

*

VESTİYER

 

Ateşin gölgesinde şiir yazarak yaşayabilirim.

Son zamanlarda bunu daha iyi anladım.

Dirseklerim kırık bir masaya dayalı,

Başım ellerimin arasında ağır.

Kulaklarımda ezgisi vazgeçilmez bir sevdanın.

 

Değişirken rengi eski mevsimlerin

Bir aynada kendi hayaline dalan

Bu dünyadan uzaklaştırabilirim

Hiç kimseye ve hiçbir yere

Ait hissetmediğim varlığımı.

 

Üst üste yığılmış giysiler bir vestiyerde.

Ve önlerinde bekleyen insan kalabalığı.

Belli belirsiz bir dans müziğinin ritmi.

Herkes kendi giysisini arıyor el yordamıyla.

Nereden gelip nereye gittiklerini bilmeden.

 

Kimisi hayat diyor buna kimisi kader.

Durmadan yıkılıp yapılan bir gecekondu.

Kimisi yalnızlık diyor kimisi yangın yeri.

Oysa karmakarışık bir vestiyer.

Herkes başkasının giysisini giyiyor karanlıkta.

 

Ateşin gölgesinde şiir yazarak ölebilirim.

Son zamanlarda bunu daha iyi anladım.

Dirseklerim kırık bir masaya dayalı,

Başım ellerimin arasından düşmüş

Şakaklarımda nabzı unutulmaz bir aşkın.

 

Volkan Hacıoğlu

(Mavi Yeşil, S:122)

*

FAHRİYE ABLA'NIN KANAVİÇELERİ

 

Anmak hoş da hangisini, hangi pencereyi, evi

Hâli yok günlerin ölür gibi geçip giden gülüşleri

Memleket havası bu eser, yakar, yıkıp geçer de

Eskidendi mektubun yeri, önemi, şimdi nerde

Tutku her yerde oysa, en çok imansız gecelerde

 

Mesele özlemekse, özlemek ama gurbeti ne yapacağız

Ufuğun ustası olur mu yol ortasında, dağlar, denizler dururken

Hiçbir serçenin seranadı duyulmaz artık parklar yok olalı

İnce bir gönül yarasıdır her yanı kanar kanaviçenin

Pencereden bakıp durur yağmurlara bir kadın rüyasından sıyrılıp

 

Dışarısı bir diş ağrısı, eviçleri hummalı kaygı küpü

Irak değil hiçbir şey gönüle, yerleşmişse aşkın ateşi düşlere

Ruhu Ağrı olanın yaşamı hep sonbahardır

Ayrılış bir pencereden, balkondan, evden, yaz geceleri

Nasıl bir rüyadan uyanmaktır bu, ölüm köprüsü

Aynaları sormaya gerek yok, sokağın kulağı

Seke seke gelir konar sevgi yüreğe, Fahriye Abla

 

Birinci ek:

Dünya bu kadar değil, şu Ağrı'nın ağrıyan başının ardında

Islık sesi yağmura tempo tutar, pencere altında bir âşık

Rengini yitirmiş, elden düşme bir mektup yeniden yazılır mı

Aslen nerelidir bu göçün sahibi, yolculuk nereye yalnız ağaçlar

Ne zaman açılır gecenin gözleri, şafak ne zaman çekilip gider

Artık yeter demeye güç ister aşkın acısına, ardındaki gözyaşlarına

Susmak mı, hayır düşünülen bu değil, ellerin gülü okşama sevinci

 

İkinci ek:

Durup dururken çıkıp gelir mi atlar, atlılar rüzgâra sarınıp

Işık bir zamandır ne yapacağım bilmeden dolanıp duran

Rayların parçaladığı tren düdükleri çınarlara çıkar

Ay ’Ş'ğ1 da var işin içinde, bir kadının kederlerinde

Nadasa bırakılan bir gün, o gün gelecek ve güller solmayan

Aşk kapıyı çalıp girecek içeri, beklemek bir ömre bedel

Solgun zorlu geçmiş işlenip durur kilimlere, yastık kılıflarına

 

Gültekin Emre

(Sincan İstasyonu, S:105)

 

 

 

DİĞER YAZILAR
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİRX
BAŞKAN BOZKURT: İNSAN ODAKLI PROJELERLE GELİYORUZ
BAŞKAN BOZKURT: İNSAN ODAKLI PROJELERLE GELİYORUZ
BAŞKAN BOZKURT: ALLAH ÖZCAN’IN YALAN VE İFTİRALARINDAN KORUSUN
BAŞKAN BOZKURT: ALLAH ÖZCAN’IN YALAN VE İFTİRALARINDAN KORUSUN