84 yıllık yaşamına 157 kitap sığdırmış büyük bir edebiyatçı, gülmece ustası Muzaffer İzgü ağabeyimizi saygı ve şükranla anıyoruz.
Muzaffer İzgü, insan ısılı bir yazar. Sıcaklığını ve gülümseyişini kitaplarına yansıtan halk insanı İzgü, Adana’da geçen çocukluğunda yağmurdan ıslandığı bir günde ısınmak için girdiği bir kütüphanede kitapla tanışmıştır.
Bu yüzdendir ki, kitaplarında halkın yokluk ve yoksunluğunu anlatır. Bunu da halkın içinde yaşayarak yaptığını ifade ediyor.
İki yüze yakın eseri olan ve eserleri birçok dile çevrilen ve birçok ülkede oynanan Muzaffer İzgü ile Şehir için Devrek’te söyleştik.
-Türkiye’deki çocuk yazını konusunda düşünceleriniz nelerdir?
Benim yaşadığım çocukluk dönemimle kıyaslandığında, bugün son derece çok ve önemli çocuk kitapları var. Ama gerçekte bunlar çocuk kitabı mı, değil mi? Bu ayrı bir konu. Hatta bugün sırtını edebiyata yaslamayan kitaplar da çocuk edebiyatına konuluyor. Çocuk kitapları sırtını edebiyata yaslamalıdır. Günümüzde öyle olmuş ki, bazen yayınevleri emekli bir eğitimciyi “gaza” getiriyor, “siz de yazabilirsiniz”, diyor. Yazıyorlar çala kalem ve bunları “çocuk kitabı”, “çocuk edebiyatı” diye piyasaya sürülüyorlar. Bunlar böyle… Ama sevindirici yanı da şu, önce öğretmenin çocuk edebiyatını bilmesi gerekir. Okuyacak çocuğa, “Ha, işte bu çocuk edebiyatı” deyip önerebilsin. Peki, öğretmen çocuk edebiyatını bilmeyince ne yapacak? Hep şunu düşünürdüm. Niye bizim eğitim fakültelerine çocuk edebiyatı bölümü açılmaz ki?.
Ben bundan 15 yıl önce bir çocuk edebiyatı yazarının üniversitede masaya yatırılacağını aklımın ucundan bile geçirmezdim. Ama bir Gülten Dayıoğlu, Ankara Üniversitesi’nde, bir Muzaffer İzgü, Eskişehir Osman Gazi Üniversitesi’nde bilimsel olarak masaya yatırılmış ve akademisyenler tarafından ele alınmışlardır. Yurtdışındaki üniversitelere gidip oradaki çocuk edebiyatı bölümlerini görüp geri döndüğüm zaman, inanın bizde niye yok diye çok üzülürdüm. Avrupa ülkelerinde her mahallede, kitaplıklar, kütüphaneleri görürdüm.
Bizler çocuğumuzu hep öpüp koklarız. Ama bu doğru değil, önce çocuğa saygı duymak gerekir. İşte ben çocuklara ve gençlerimize büyük saygı duyduğum için onlara kitap yazıyorum.
-Muzaffer İzgü’de çocuk yazını nasıl başladı?
İlk yapıtım benim çocuk yapıtıdır. Bununla da övünürüm. Şu anda 76 yaşındayım, ilk kitabım 24 yaşındayken çıktı. “Uçan Eşek” adını taşır bu yapıtım. Çocuk okuru olmayan bir toplumun asla büyük okuru olmaz. Çocuktan başlayacağım ki, okumasını öğreteceğim ki, o çocuk okumayı sevsin. Yayınevleri çocuk edebiyatı yazarlarının değerlerini o denli bilmelidirler ki, onlara okuyucuyu bizler hazırlıyoruz. Ben hazırlamazsam bilmem ne yayınevinin vitrinlerini süsleyen kitapları kim okuyacak? Kimse okumaz, bu çok önemli bir nokta.
İstiyorum ki Türkiye’de çocuk öykü yarışmaları çok olsun. Çocuklarımız okumaya yazmaya yönlendirilsin. Bakın, 1978 yılı, “Dünya Çocuk Yılı”ydı. Böyle olunca da bir çok yayınevi ünlü isimlere çocuk kitapları yazdırdılar, ama sonuç alamadılar ve hepsi raflarda kaldı. Hiçbir çocuk okumadı.
Çocuğa yazabilmek için çocuk olmanız gerekir. Onun gözüyle, onun dünyasıyla, onun tat almasıyla, onun koku almasıyla, onun duygularıyla kitaplarınızı oluşturmanız gerekir. Eğer bunları yapamazsanız hiçbir şey yazamazsınız çocuklara yönelik.
-Muzaffer İzgü neden çok okunan çocuk yazarı?
Bakın bir özelliğimi söyleyim. Her yıl Muzaffer İzgü’nün çocuk, büyük karışık 200 bin kitabı piyasada dolaşıyor. Neden Muzaffer İzgü bu kadar çok okunuyor? Kesinlikle yazılarımın içine gülmeceyi serpiştirdiğim için. Mizah demiyorum, mizah Arapça bir sözcük, bunu sevmiyorum. Asıl Gülmece. Ben her yapıtımda, çocuğu olsun büyüğü olsun, güldürürken düşünmeye yöneltirim. Didaktik değilim. Öğreteceğim şeyleri de serpiştiririm yapıtlarım arasına. Bakınız, öğretmen öğretir, görevi. Anne baba öğretir görevi. Sokakta bakkal öğretir, bir de yazar başlarsa çocuğun kafasına vura vura öğretmeye, bu olmaz. Ben serpiştiririm. Ve çocuk mutlaka bir şeyler öğrenir benim yazdıklarımda. Çok okunmamın, tutulmamın nedeni bu. Dilim çok yalındır, akıcıdır. Bu karşıdan belki kolay gibi görünür, ama yalın ve akıcı yazmak çok zordur.
İnanın bir sözcüğün üzerine saatlerce düşündüğüm olur, o sözcüğü koysam mı koymasam mı, diye. Yani yazarlık zor sanat. Sıradan yazarsanız çala kalem bunlar sorun olmaz.
-Ökkeş Dizisi nasıl başladı Sayın İzgü?
Çocuklar - ş - harfini severler, Ökkeş Dizisi’ni yazarken de bundan yararlandım. İbiş gibi. Aslında Ökkeş bir Anadolu kahramanıdır. 5 öykümüz köyde geçer, 5 öykümüz kentte geçer. Çünkü Türkiye’de köyden kente göç sorunu olmuştur. Ve ben 5. ve 6. kitapta Ökkeş’i kente getirdim. Ökkeş’e dikkat ettiyseniz annesi yoktur. Annesi olmayan çocuklar da mutlu olmalıdır. Bu doğanın olayı. Anne ölebilir. Ama bizim Ökkeş, babası ve babannesiyle kalır. Ökkeş üreticidir, yardımcıdır, paylaşıcıdır. Bunları da onun karakterinde verdim.
-Sayın İzgü halk hikayelerinden beslendiğinizi anlattınız buradaki öğrencilere, bunu biraz açabilir misiniz?
Anadolu’da yaşıyoruz biz. Halk öykülerimiz, ninnilerimiz, türkülerimiz Anadolu’yu yansıtır hep. Bu bizim bir kültürümüzdür. Ne vardır onun içersinde? Kış vardır, doğa vardır, şiir vardır, kahramanlık vardır. Her halk öykümüz bir Karacaoğlan’dır, bir Köroğlu’dur. Ve bunların anlatımı bir şiir gibidir. Okursunuz hayran olursunuz. Anadolu var içinde, ben onlarla beslendim. Yaşar Kemal de onlarla beslendi, ben de. Bizler Adana Halkevi ve Ramazanoğlu Kütüphanesi’nin yetiştirdiği insanlarız. Köklerimiz Anadolu toprağından.
-Zıkkımın Kökü’nden söz eder misiniz? Sizin yaşantınız sanırım bu…
Bu romanımdaki olaylar birebir gerçektir. Yaşamımla örtüşür. “Çankaya’nın düşmanı” diye önde yürüdüğümüz 90’lı yıllarda bu kente, Zonguldak’a gelmiştik; Uğur Mumcu, Ben, Fatma Girik, Tarık Akan. Aramızda anlaşmıştık. Ya, gidelim, bizler de bu madenci çocukların önünde yürüyelim. Aydın olduğumuzu, aydın sorumluluğumuzu yerine getirelim, diye. İşte bağırıyoruz; “Çankaya’nın düşmanı…” Fatma bana dedi ki; “Zıkkımın Kökü’nü hallet hocam!”. “Kız sus!. Bağırma!.. Biz buraya “Çankaya’nın Şişmanı…”diye bağırmaya geldik.” O yürüyüş sonrasında, “Tamam” dedim, “Bana senaryoyu getirin!”. Getirdiler, çok beğendim. “Şuralarını da ben ekliyorum”, dedim. Sonra, başoyuncuda anlaşamadık. Çok sevdiğim 40 yıllık arkadaşım, ünlü komedyenimiz açtı bana telefonu, “Muzaffer Abi, babanı ben oynuyorum!” .“Eyvah!” dedim, “Yandık!”. Zıkkımın Kökü’nde bir durum komedisi vardır. Fatma aradı, “Muzaffer Abi, Menderes Samancılar’ı oynatalım” dedi. Ben de “Kız nereden buldun bunu, çok iyi olur.” dedim. Sonra Adana’ya gittik, filmi çektik. O film 17 ödül aldı. Oynamadığı ülke kalmadı. Gine’de, Umman’da, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde oynadı.
-Devrek’te çocukların edebiyata, okumaya ilgilerini nasıl buldunuz?
Gittiğim yerlerde çocukların sorularına bakarım daha çok. Bakalım saçma soru var mı diye? Buradaki çocuklarımız çok ciddi sorular soruyorlar. Bakın “Yazarlık nasıl bir duygu?”, diye soruyorlar. “İlk kitabınız yayınlandığı zaman neler hissettiniz?”diye soruyor. Eğer bu çocukların içlerinde yazar sevgisi, okuma sevgisi, çocuk edebiyatı sevgisi olmasalar kalkıp buraya gelmezler. Devrek’te çocuklardan gördüğüm ilgi benim yılların yorgunluğunu üzerimden attı. Dikkat ettiyseniz her çocuğun elini sıkarım ben. Çünkü o çocuk onu da unutmaz. O elin, tenin dokunuşu o çocuk için çok önemlidir. “O, yazar dede, benim elimi sıktı!” diyecek, bu çok önemlidir. Devrek okuyan bir kent, çocukları okuyan bir kent, bu da beni çok mutlu etti.
Bizim halkımız “bluz, mont, ayakkabı” alırken muhasebeci değildir, ama “kitap” alırken muhasebecidir. “Aman ne pahalı kitap!” derler. İzmir’de bir kilo et 20 lira, oysa bir kitabın ederi,
-Hocam ülke gündeminde bir “Aydınlar Dilekçesi”nden söz ediliyor… “Ermenilerden özür diliyorum” kampanyası başlattılar…
Şimdi bir takım aydın, çıkmış Ermeniler’den özür diliyorlarmış. Benden kimseye özür mözür yok. Evrensel düşünmüyor bunlar. Evrensel düşünebilmeniz için evreni bilmeniz gerekir, toplumu bilmeniz gerekir. Bunlarda o da yok. Sen evrensel düşünme, evreni tanıma, ondan sonra önüne bir şey koysunlar otur imzala. Olmaz böyle bir şey.
Bu işi daha önce Orhan Pamuk da yapmıştı, “Efendim bir milyon Ermeni’yi öldürdük”, “30 bin Kürd’ü öldürdük”, demişti. Yuvarlak laf yapmıştı. Oysa bir yazar net olmalı. İşte Orhan Pamuk’un böyle anlamsız sözleri nedeniyle, kendisinin kazandığı Nobel Ödülü’ne bu halk sevinemedi. “Ona bu ödül, bu lafları için verildi”, dendi. Ne olurdu bu lafı etmeseydi. Böyle bir saptama bir yazarın değil, tarihçilerin işidir. İşte bugün de kendini aydın sanan insanlar da böyle bir açmazın içindeler. Büyük Ermeni diasporasının içindedirler. Bu aydınlar hiç okumamışlar. Bu aydınlar bir Bilal Şimşir’in eserlerini okusalardı bunun böyle olmadığının kararını verirlerdi.
Bir savaş içindesin, o savaşta her şey olur. O aydın geçinenler biliyorlar mı ki, benim babamın anlattıklarını. Babam çocukmuş anlatırdı; Ermeniler, Türkler’in evlerini barklarını yıkıp yakmışlar. Bunların arkasındaki güç, Sovyet gücü. Bu Sovyet’i arkasına alan Ermeniler’in Anadolu’da Türkler’e yaptıkları zulmün haddi hesabı yok.
Peki, niye Ege’deki, Bursa’daki İstanbul’daki Ermeniler’e bir şey olmamış. Madem Türkler Ermeniler’i katletmiş, onları da ederlerdi. Topunu yok ederlerdi. Onlara bir şey olmuş mu? Çünkü onlar Anadolu’daki Türklere yapılan eziyetlerin hiç birine karışmamışlardır.
Bir çok kavme ev sahipliği yapan bu Anadolu coğrafyasında ırkçılık üzerine siyaset yapılmasını da doğru bulmuyorum.. Bunların yaptığı iş, Ermeni diasporasının bir ayağıdır. Onların işine yarıyor. Abdullah Gül’ün açıklamaları da bana göre yanlıştı. “Önce Müslümanım, sonra Türküm” demek ne demek? Ben buna gülüp geçiyorum. Bu coğrafya göçlerin yatağıydı, kimler gelip geçti. Bir çok millete, kavme ev sahipliği yapan bu coğrafyada, ırkçılık siyaseti yapılmasını da doğru bulmuyorum.
Filistin’de bir insanlık ayıbı işleniyor. Asıl bu aydınlar bu katliama seyirci kalmamalıdır. Bu sözde aydınlar 100 yıl öncesi olanları bıraksınlar da dünkü, burunlarının dibinde, İsrail’in Filistin’e yaptığı katliam için imza toplasınlar. Bakın ABD’nin bu katliama sesi çıkıyor mu? Mısır kapılarını açtı mı onlara? Kalleşliğin en alasını Mısır yaptı o Filistinliler’e. Bu, sözde aydın geçinenler, bu katliam için imza toplasınlar. Bir insanlık ayıbı işleniyor, kan gövdeyi götürüyor Filistin’de. Buna seyirci kalmasın bu aydınlar.
-Hocam bize zamanınızı ayırıp, verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ediyorum…
Ben de sizlere teşekkür ediyorum…
Devrek, 30.12.2008
**
Muzaffer İzgü kimdir?
29 Ekim 1933 günü Adana'da doğdu. Yoksul bir çocukluk geçirdi. Çeşitli işlerde çalışarak eğitimine devam edebildi. Yoksul çocukluk günlerini sinemaya da uyarlanan Zıkkımın Kökü adlı kitabında anlattı. Diyarbakır İlköğretim Okulu'nu bitirdi ve 1979'da kendi isteği ile emekli oluncaya kadar Türkçe öğretmenliği yaptı. Emekli olduktan sonra İzmir’e yerleşti ve yalnızca yazılarıyla ilgilendi.
İlk mizah yazıları Akbaba dergisinde yayımlandı. Özel tiyatrolarda, radyolarda yayımlanan oyunları ve skeçleri ile ün yaptı. İlk romanı, Gecekondu adlı eseridir. Toplumun aksayan yönlerini mizah öğelerinden de yararlanarak okurlarının ilgisine sundu. Bazı eserleri televizyona uyarlandı.
Adı, emekliliğini geçirdiği İzmir'in Alsancak semtinde bir sokağa verilmiştir.
Eserleri:
(Öykü-Gülmece):Bando Takımı (1975), Donumdaki Para (1977), Deliye Her Gün Bayram (1980), Sen Kim Hovardalık Kim (1980), Her Eve Bir Karakol (1980), Devlet Babanın Tonton Çocuğu (1981), Lüplüp Makinesi (1982), Kasabanın Yarısı (1982), Demokrasimiz Kaç Para Eder (1988)
Roman: Gecekondu (1970), İlyas Efendi (1971), Halo Dayı (1973), Korkak Kahraman(1998)
Oyun: Karadüzen (1971), İnsaniyettin (1972), Reçetesi Peçete (1974), Utanmıyorum Üşüyorum (1975), Lütfen Kızımla Evlenir Misiniz?
Çocuk Kitapları: Bülbül Düdük (Çocuk romanı, 1980), Ekmek Parası (1979), Çizmeli Osman (1980), Pazar Kuşları (1980), Uçtu Uçtu Ali Uçtu (1980), Ökkeş dizisi., Konuşan Balon, Karlı Yollarda(1982), Bandocu Çocuk ,Anaannem sihirbaz (2003),
Yaşasın Anaannemspor (1979)
Ödülleri:1977 - Nasrettin Hoca Gülmece Öykü Yarışması; üçüncülük ödülü, Hıdır Baba öyküsüyle.
1977 - Akşehir Ulusal Gülmece Öyküsü Yarışması üçüncülük ödülü
1977 - Milliyet Sanat Dergisi Gülmece Öykü Yarışması'nda ikincilik ödülü, Anayasa, Hangi Anayasa öyküsü ile
1978 - Türk Dil Kurumu Öykü ödülü, Donumdaki Para adlı hikâye kitabıyla
1980 - Bulgaristan Altın Kirpi Ödülü, Dayak Birincisi adlı hikâye kitabıyla.
İstanbul Uluslararası Çocuk Kitapları Fuarı birincilik ödülü, Uçtu Uçtu Ali Uçtu masalıyla.
1997 - TÖMER En Başarılı Çocuk Kitapları Yarışması İkincilik ödülü