Büyük ozan Hasan Hüseyin “Karagün Dostu” başlıklı şiirinin ilk bölümünde ne güzel anlatır şiiri:
“biliyorum
matarada su
torbada ekme
ve kemerde kurşun değil şiir
ama yine de
matarasında su
torbasında ekmek
ve kemerinde kurşun kalmamışları
ayakta tutabilir”
*
Şiirleri elliden fazla dile çevrilmiş büyük usta Nâzım Hikmet de şair ve şiiri
“Gerçek şair kendi aşkı, kendi mutluluğu ve acısıyla uğraşmaz. Onun şiirlerinde halkının nabzı atmalıdır…” şeklinde tanımlarken, şairin kim olup olmadığını ya da kim olması gerektiğini de şöyle ifade eder:
“Şair, şiir yazarken başka şahsiyet, konuşurken veya kavga ederken başka şahsiyet değildir. Şair, bulutlarda uçtuğunu vahmeden dejenere değil, hayatın içinde, hayatı teşkilatlandıran bir vatandaştır…”
Nitekim, Nâzım Hikmet şiirlerinde yaşam serüvenine bağlı duyarlıkların, dünya görüşünün belirlediği coşkulardan soyutlanamayacağını ortaya koyar. Sokakta, kentte, memlekette, dünyada, barışta, savaşta, işçiler, köylüler; kadını erkeği, genci yaşlısı ile halk, bu şiirlerin evrenine, yaşanmakta olanın gizlerini ortaya çıkaracak nitelikleriyle yansırlar. Bu durum da tüm şairlere örnek olmuştur, olmaya da devam ediyor…
*
2020 yılının her ne kadar koronavirüs salgını altında dünyayı ve ülkemizi inletse de şiir ve edebiyat alanlarında -etkinlikler yasaklansa da- oldukça verimli bir yıl olarak geçtiği söylenebilir.
*
2020 yılında hiç kuşkusuz ülkemizin değerli gazeteci, şair ve yazarlarımızı da alıp götürdü. Tekin Gönenç, Oruç Aruoba, Adalet Ağaoğlu, Cahit Tanyol, Muzaffer İlhan Erdost, Bekir Coşkun, Ömer Akşahan, Orhan Koloğlu, Nevzat Erkmen, Alaaddin Soykan bu değerlerimizden bazıları… Işıklar içinde uyusunlar…
*
2020 yılında edebiyatımız için önemli bir yere sahip iki de dergi kaybımız oldu; Şair-yazar Ömer Akşahan’ın 8 yıldır yayınladığı ve Ödemiş’ten ülkemize seslenen TMOLOS Edebiyat dergisi de Akşahan’ın ölümüyle birlikte kapandı.
Yine Mine Ömer’in üstün gayret ve çabalarıyla İzmir’den seslenen Kursun Kalem dergisi de yayınına son verdi. Şair Bircan Çelik derginin kapanmasıyla ilgili olarak 30 Kasım 2020 tarihli sosyal medya paylaşımında şu notu düştü:
“Kurşun Kalem Edebiyat dergisi kapansa da, Mine Ömer edebiyat ve şiir tarihinde araştırmalara kaynak olabilecek çalışmalara imza attı./…/ Dergiler kapanmak içindir, ne var ki kapılarını her daim aralık bırakır ve bir gün tekrar merhaba diyebilmek için. Bir çok şair ve yazarın evi olan Kurşun Kalem dergisi editörü Mine Ömer'e teşekkürlerimi ve sevgilerimi iletiyorum.”
TMOLOS VE KURŞUN KALEM…
Ben de Kurşun Kalem dergisinin yaşama veda etmesine ilişkin olarak 1 Aralık 2020 tarihinde şu yazıyı kaleme aldım:
“Öğretmeninin, eczacısının, avukatının, doktorunun, işadamının, emekçisinin, öğrencisinin, bakkalının, manavının daha da vahimi şair ve yazarının okumadığı bir ülkede elbette dergiler kapanacaktır…
Bu işler sadece şiir, öykü, roman yazmakla olmuyor… Edebiyat dergilerini sadece kendi ürünü olunca alan, aldığında da derginin diğer sayfalarını okumayan “aydıncık”ların geçindiği bir ülkede elbette dergiler kapanacaktır.
En son olarak da değerli şair-yazar Mine Ömer’in büyük özverisiyle İzmir’den 12 yıldır seslenen, edebiyatımızda önemli bir yer edinen Kurşun Kalem dergisi de yayın hayatını sonlandırdı.
Siz!, ne derseniz deyin. Tarih, Kurşun Kalemi de altın harflerle yazacaktır, şimdi bir kez daha başınızı öne eyip düşünün, bu derginin yaşaması için ne yaptınız? Bir şair-yazar olarak üzerinize düşen görevi yaptınız mı? Bir kez olsun size hep bedava ulaştırılan bu dergi dergi nasıl çıkıyor, nasıl dağıtılıyor, sorularını düşündünüz mü? Düşünmediğinizi biliyorum, susun, susun…
Mine Ömer dosta, emekleri ve ülkemiz edebiyatına yaptığı katkılar nedeniyle teşekkür ediyorum. Şunu da bilmesini istiyorum Mine dostun:
-Şehir’in bütün sayfaları kendisine açıktır. Saygıyla.”
Şair Ömer Akşahan’ı da şu dizeleriyle selamlıyorum:
“kaçıncı ayrılık sancısı insan sürgün insana
kil tabletlerine yazılı bir aldatmaca sürüyor"
*
2020 yılında en tuhaf olayı da Şiyar Ayaz adlı şairin(!) “Lilya” adlı şiirini 3 ayrı dergide yayınlatması oldu. Bu şiiri, İnsancıl’ın Kasım 2020 (Sayı:363), hem Mavi Yeşil’in Kasım-Aralık 2020 (Sayı:126) hem de Delikli Çınar’ın Ekim 2020 (Sayı:60) sayılarında yer aldı. Şair(!) böylece akıllılığını ispat etmiş oldu.
TARANAN DERGİLER:
2020 yılının 20 şiirini seçmek için 30’un üzerinde dergi taraması yaptım. Bu dergiler şunlardır: Lacivert, Kertenkele, Kurşunkalem, Şiiri Özlüyorum, Veronika, Edebiyat Nöbeti, Ecinniler, Altı Yedi, Sözcükler, Delikli Çınar, İnsancıl, Güney Rüzgarı, Papirüs, Türk Dili, Varlık, Yedi İklim, Mavi Yeşil, Turnalar, Sarmal Çevrim, Berfin Bahar, Yeni E, Edebiyat Ortamı, Şehir, Eliz, KE, Kitap-lık, Çini Kitap, Akatalpa, Bireylikler, Sincan İstasyonu, Notos, TMOLOS, Dergah, Sadece Şiir, Virüs, Yeni Gelen, Yelkensiz (tek sayı), Hayal, Şiir Versüs, Aşkar, Muhit dergisi.
USTALARIN ŞİİRLERİ:
Taramayı yaparken şiir alanında kendini ispat etmiş ve söz sahibi olan değerli şair büyüklerimin ürünlerini de ayrı bir keyifle okudum. Onları saygıyla selamlıyorum (sıralamasız):
-Dedi Ki O / Ahmet Telli (Delikli Çınar, S:54)
-Yaşamın İki Yüzü / Ahmet Özer (Edebiyat Nöbeti, S.26)
-Anlat İda / Ayten Mutlu (Edebiyat Nöbeti, S.26)
-Uçurumlar Geçidi / Hüseyin Yurttaş (Delikli Çınar, S:51)
-Kördüğüm / Can Ceylan (Şehir, S:144)
-Hiçlik Bıçağı / Hüseyin Alemdar (Akatalpa, S:241)
-Çakmak Çeken Adamlar / Suca Dündar (Edebiyat Nöbeti, S.26)
-Kalp İzi / Neşe Yaşın (Yeni E, S:41)
-Giderken / Ayten Mutlu (Papirüs S:27)
-Budapeşte’de Kan Tutmuştu Beni / Fahrettin Koyuncu (Akatalpa, S:248)
-Değişir / Mine Ömer (Akatalpa, S:243)
-Evham /Altay Öktem (Varlık, S:1351)
-Pencere / Çiğdem Sezer (Sadece Şiir, S:2)
-İnsana ya da kezzaba / Zeynep Uzunbay (Sadece şiir, S:1)
-Zamanın Şey’leri / Zeynep Kurada (Çini Kitap, S:63)
-Daha İyi Gelir / Selami Şimşek (Edebiyat Ortamı S:73)
-Gökyüzü Yeter Bize / Bülent Elitok (Eliz, S:141)
-Yalnızlık Ölüm Boyu / Yelda Karataş (Akatalpa, S:249)
-Gözlerinden Belli Benden Bir Şey Sakladığı / Hüseyin Ferhad (Virüs, S:5)
-Kör Salgın / Kusey Tangüler (Eliz, S:141)
-Seyrani Gibi / Ali Asker Barut (Şehir, 140)
-Geçtim Sağanak Altında / Durmuş Taşdemir (Sarmal Çevrim, S:16)
2020’NİN 20 ŞİİRİ:
2020’nin 20 şiirini ve okunması gereken şiirlerini belirledim. Bunu yaparken de, şiirlerin, özgün, iç açıcı, sözcük seçimi, duygu ve anlatım tekniğinin yüksek olmasına dikkat ettim. Kimi şiirler içimi ısıttı kimileri hüzünlendirdi kimileri de sevinç taşıdı bana.
İşte 2020’nin bende kalan 20 şiiri:
1. Evde Kal Türkiye / M. Mahzun Doğan (Mavi Yeşil S:123)
2. Boşluk / Altay Öktem (Şehir, S:137)
3. Dünya Ağrısı / Serap Aslı Araklı (Akatalpa, S:243)
4- Sökük / Hüseyin Peker (Varlık, S:1349)
5. Dip ve Dil / Oğulcan Kütük (Sözcükler, S:87)
6. Öğle Sonlarında Uzayan Boyunlar / Cihan Adıman (Edebiyat Ortamı S:73)
7. Güz Sabunu / Arsen Everekliyan (Suje, Temmuz 2020)
8. Misafir / Kadir Bulut (Facebook kendi sayfasından, 16 Şubat 2020)
9. Yeni Rüya Düzeni / Yiğit Kerim Arslan (Sözcükler, S:87)
10. Benzin Taşıyor Gözlerin Yangınıma / Kaan Eminoğlu (Şehir, S:139)
11. Şiir / Bilgin Sayar (Facebook kendi sayfasından, 25 Haziran 2020)
12. Öldüğün Salı / Dilek Bilge (Edebiyat Nöbeti, S:27)
13. Bir şey doğmaz gün doğmadan / Yiğit Ergün (Bireylikler, S:90)
14. Geç Gelen / Mustafa Suphi (Edebiyat Nöbeti, S:28)
15. Kim-Lik / Emre Yıldız (Varlık S:1352)
16. İki / Mustafa Atapay (Veronika, S:2)
17. Vesikalı(k) Ölü / Eren Şahin (Lacivert, S:91)
18. Tükeniş Töreni / Emre Ay (Türk Dili S:8272)
19- Fahriye Abla’nın Kanaviçeleri / Gültekin Emre (Sincan İstasyonu, S:105)
20. Alıç Ağacı / Ali Özdemir (Berfin Bahar, S:263)
BEĞENDİĞİM DİĞER ŞİİRLER:
2020 yılında beğenerek, keyifle okuduğum ve övgüye değer bulduğum diğer şiirler de şöyle (Sıralamasız) :
-Buğday Derneği / Hüseyin Peker (Şiiri Özlüyorum, S:94)
-Sersem Sokağı / Aslıhan Tüylüoğlu (Edebiyat Nöbeti, S:27)
-Makas / Betül Dünder (Sözcükler: 85-86)
-Kör Kuşlardan Bir Nefer / Ayşe Dilara Akdeniz (Mavi Yeşil, S:122)
-Özgürlük Yolu / Nuray Gök Aksamaz (Yeni Gelen, S:25)
-Kaşmir / Mahmut Aksoy (Şehir, S:138)
-O / Sertaç Çıralı (Lacivert, S:92)
-Karasavurdum / Yunus Sarıgül (Şehir, S:139)
-Atlar / Muammer Yavaş (Kertenkele, S:36)
-Çatlıyor Su / Ünsal Çankaya (Şiiri Özlüyorum, S:94)
-Ait Olmak / Ahmet Önel (Kurşunkalem, S:57)
Beton Sessizliği / Yunus Emre Suci (Altı Yedi, S:4)
-Kalbinin Kızıl Denizi / Nurgül Özlü (Kurşunkalem, S:57)
-Benim Alfabe / Gizem Pınar Karaboğa (Şiiri Özlüyorum, S:94)
-Duy Beni / Cansu Aydın (Şiiri Özlüyorum, S:94)
-Kanama /Meryem Coşkunca (Ecinniler, S:1)
-Bir Dostun Gazeli /Cenk Kolçak (Edebiyat Nöbeti, S:27)
-Bir Sıcağın Ortasından Geçmek Fiili / Ruhsan İskifoğlu (Şiiri Özlüyorum, S:96)
-İnfilak / Emre Ay (Eliz, S:132)
-Bir Nefes / Bahri Loş (Şehir, S:138)
-Sonsuz Bir Çatlak / Umut Ünalan (Sözcükler, S:83)
-Gelebilsem / Cumali Karataş (İnsancıl, S:361)
-Kendime Denk Düştüğüm Gün / Burak Çapan (Varlık S:1349)
-Çomça Gelin / Tuba Bozkurt (Sözcükler, S:84)
-Uyuşuk / Umut Parmaksız (Lacivert, S:94)
-Görücü Usulu Tenha / İbrahim Çelebi (Türk Dili S:822)
-Masaya Oturmayan Köylüler / Cihan Adıyaman (Şehir, S:138)
-Ayrılık ve Gül / Fatih Akça (Lacivert, S:96)
-Gir Benimle Günaha Bir Akşamüstünde / Naile Dire (Varlık, S:1351)
-Kesinlikle ve Şüphesiz / Oya Gündüz Aksu (Edebiyat Nöbeti S:31)
-Şiirime Ağıt / Murat Gil (Lacivert S:95)
-Neva / Serkan Türk (Sadece Şiir, S:4)
-Lacivert Ceket / Oya Uysal (Sadece Şiir, S:2)
-Kalbimdeki Telaş / Serkan Türk (Şehir, S:142)
-Toz / Burak Tokcan (KE, S:4)
-Post corda lapides / Mithat Sertan Altınok (Varlık S:1352)
-Anama Mektup / Mehmet Özger (Yedi İklim S:363)
-Toprağın Nabzı Kan / Ethem Erdoğan (Yedi İklim S:364)
-Geriye Acı Kalır Elizabeth / Adnan Başkesen (Turnalar S:79)
-Tarihi Çığlar H’içinde / Murat Yazıcı (Berfin Bahar S:264)
-Kırlangıç Hüznü / Neslihan Dağlı (Sarmal Çevrim, S:16)
-Uzun Kal Patron / Ömer Erdem (Varlık, 1356)
-Gazal Avı Gazeli / İlhan Durusel (Kitap-lık, S:207)
-Papatya ile Dağ / Ayfer Yurdakul (Çini Kitap, S:60)
-Kuytu Divan XII / Nuri Demirci (Eliz, S:140)
-Dövüş / Turgut Kızıldağ (Eliz, S:140)
-Bir Kara Kedi / Figen Şentürk (Akatalpa, S:244)
-Gülde Var Hüzün / Nevzat Konşer (Akatalpa, S:244)
-Feryat Yarışı / Sertaç Çıralı (Sincan İstasyonu, S:107)
-Anneme Çiçek / Zeki Karaaslan (Eliz, S:132)
-Anneannemin Sancısına / Berrak Ertörer (Eliz, S:132)
-Beni Güzel Hatırla / Dilek Özkan (Sincan İstasyonu, S:105)
-Alevli Aşk Mevsimleri / Döndü Açıkgöz (Akatalpa, S:250)
-Özgür Emlak Ofisi / Ersun Çıplak (Varlık, S:1357)
-Seni Beklemek Gencecik / Özkan Satılmış (Mavi Yeşil, S:125)
-Gregor Samsa / İlker Gülbahar (Şehir, S:141)
-Sonsuzluğun Dili / Muhammed Korkmaz (Mavi Yeşil, S:125)
-Sevdaya Tay / Eren Şahin (Eliz, S:141)
-Göğün Avucundaki Sabahı / Bahri Loş (Eliz, S:144)
-Sait Faik / Yener Çetin (Akatalpa, S:252)
-Kırk Yaş Kırgınlığı / Necati Arslanmirza (Şehir, S:142)
-Kalıntı / İlkiz Kucur (Sincan İstasyonu, S:108)
-Durağan / İsmail Cem Doğru (Akatalpa, S:242)
-Kırık Dökük Şeyler / Fahrettin Koyuncu (Akatalpa, S:242)
-Yağmurlardan / Hasan Temiz (KE, S:3)
-Geniş Zamanlar / Mehmet Zeki Erkozan (TMOLOS, S:82)
-Kendini ele vermekten korkmayan bir gül / Serkan Bozdağ (Mavi Yeşil, S:121)
-Büyük A / Yusuf Araf (Sincan İstasyonu, S:109)
-Belli Belirsiz / Selim Faruk Tokgöz (Dergah, S:366)
-Geçtim Sağanak Altında / Durmuş Taşdemir (Sarmal Çevrim, S:16)
-Orkestra Şefinin Tahribatı / Zeynep Tuğçe Karadağ (KE, S:6)
-Yusufçuk /Ege Özcan (Sadece Şiir, S:4)
ŞİİRLER:
EVDE KAL TÜRKİYE
1.
Sokağı dinliyorum. Dinliyor bir fırtına öncesi
Fırlatıyorum tarihin yırtılmış sayfalarından
karne yerine. Kuşların kanat çırpışı solmuş. Necatigil
el sallıyor karşı pencereden: Gülümse
Rod Stewart söylüyor zamanın pörsümüş teninde
Kandili yak Halime! Şu gereksiz güneşi söndür
Tez ol, gidelim mandalina bahçelerine
Hem ölmek için vakit var daha, getir eski fotoğrafları
Biraz da onlar üşüsün benim yerime. Elimi tut,
o şarkıyı bir daha söyle! Bu palette turuncu kalmamış
bakışlarını sür rüyamın tuvaline
İndir tüfengimi duvardan, bak, ceren tarlası
Gel öpüşelim. Hem kar da yağar insan öpüştükçe
Bu kaçtı, sonraki tramvaya bineriz, keşfedilecek odalar var
Saksılar tabut, dizilmişler pencere önüne
Bir tablo asmıştık duvara. Otlar fışkırıyor seherinde
Gidilemeyecek bir adres imza yerine
Kokluyorum çamlardan damlayan sakızı
Murat Dağı yerini değiştiriyor haritada
Gökyüzünde arıyorum annemin mezarını. Hüzün
sözcük olmuş altını çiziyor balkonda can çekişen iskemle
Seni bir daha özlüyorum. Bu son özleme
Sesleniyorum, bin yıllık bir hoparlörden:
Evde Kal Türkiye!
Yemi kim verecek Konak’ta güvercinlere?
M. Mahzun Doğan
(Mavi Yeşil S:123)
*
BOŞLUK
hangi ölüm seninkisi, açıkça söyle…
bir kır kahvesinde öperken beni
çektirdiğimiz resme hiç kimse
sızamaz artık, sevgilim, zaman bile
sonra kalkıp yürümüştük, raylarda jozsef vardır diye
bir türlü binememiştik trene
resmine bakıyorum, kentin
en kalabalık caddesinde susuyorum kendimle
sonra bırakıp ağustos sıcağını
insanları, caddeleri, zamanı bırakıp
karışıyorum o uzun sessizliğe
resmime bakıyor, kentin
en kalabalık caddesinde kan ter içinde
benden kalan boşluğu arıyor annem
hangi ölüm benimkisi, açıkça söyle…
Altay Öktem
(Şehir, S:137)
*
DÜNYA AĞRISI
Dağlar da sözcükler de yas tutar bilirim
dağlarımı içime konuştuğum şiirlerim var benim
aşkıma harf ve kılıç der kitaplarda uyurum
Hakkâri’de Bir Mevsim’de Gebze aksanlı büyüdüm
dünya ağrısı günbegün cangüncem tadında defterlere
saklandım [defterler iyihâl kâğıdı bir yerde, iyi bildim]
kime, hangi yaralıya iyi gelir Dersim gelini hâlim
Hem serap hem aslı olmak olsa olsa Kerem derdi
babam ve Araklı yanımda olsa gözlerimdeki hüzne
gözyaşı değil de fena hâlde namlu derdi
oysaki gözyaşlarından yapılma hiç silâhım olmadı benim
Tutunamayanlar’da bir sevdalıya tutuldum hiç ölmedim
devlete tutunan şairler bile Devlet ve Tabiat okurmuş
sonradan öğrendim [hem Serap hem Aslı olsam da iyi
değilim]
Şiir ve ışığı sayesinde ağırkanlı bir güneşle yıkanıyorum
güneşli karanlıkta pirüpak içim ve kendim
içim ki Mendilimde Kan Sesleri’ne ge(n)ç kanmalar rengi
tüm kanmalar ağrılar ve acılar tamam da dünya ağrısı
benimki [hüznün ve sevincin akranı bir şairim işte!]
ey yokuştan ve tepeden dünyaya seslenen kendim
yatağımı ve yaşamı aşk ve ölüm gibi dipdiri sevdim
Hayat militanı bu hâlim seninle ve dağlarla
kandaki bıçak hızı el ele göz göze dolaşmak istiyor
beni ân
la!
Serap Aslı Araklı
Akatalpa, S:243)
*
Sökük
sız gittiğinizde çok yalnız kaldım
felakete hazır değildim, taşlan korkuttum
yangın çıkıyor bedenimde
ışığı gören çoban nasıl düzeltirse
çalılara takılmış ceketini
bende ne sökük kaldı, ne yırtık
ütünün yaktığı, bıçağı kesip bıraktığı biriydim artık
siz gittiğinizde çok yalnız kaldım
çatıdaki kiremit
denge kanatlarıyla uçar
gül dalı ararken
çapaklanmış kirpiklerle bakıyordum yeryüzüne
seramik fincanlara döktüm kahvemi
fal bile kalmadı tabağın dibinde
alevini dalgalandıran yangın gibiydim
tutuştum kendime
havuza girmediğim gün sayısı azdır
döktüm suya bedenimi, cezalandırdım suları
kızgın demir niyetine kulaç attım üstüne
ters yazılmış bir çukurdu içimdekiler
gittiğinizde çok yalnız kaldım
adını koymadığım biçimde şiirden beslendim
yolun bittiği yere gitme dedim, devam ettiği yere git
onların gittiği yere boşaltma yüklerini
kirli çocuğa süt verilmez
iskele caddesinde büyülü dünya bulursun belki
maskeni yok et, dök olanları içine
çok yalnız kaldım
taş kesildi bende kalan dizeler
seyirciler güldü, alkış kesildi
can yeleği geçirdim üstüme
kalan günler öteki şeritte
bozuk para ar biriktiriyordum geçmişte
hangi defter bu, silahı elden düşürdüğüm
patlayan kurşunlar denizde nasıl köpürürse
o kadar eksik konuştu dalgalar benimle
yalnız kaldım
Hüseyin Peker
(Varlık, S:1349)
*
DİP VE DİL
I.
Bir bütün akşam, değişlik önce tozla dumanla. Herkes vardı.
Sesim uzakların sesiydi katlandı durdu bahçede. Gördüler.
Otellere girip çıkmakta iyiydim. Az değildim. Tanıdılar
Kış geçti büyük haberleriyle, tırnaklarım tükendi kırılmaktan
Sorarım derimdeki bu tat anlaşılmak için değilse ne
Üstelik bilmiyorum neresinden kaldırılır bir nehrin ucu
Meğer yakmak için bir bahçeyi, ikna lazımmış ateşten önce
Az değilim bak, bir gömlekten öğrendim kıpkırmızı durmayı
Âşık olmayı, eve gelmeyi, vesikalar taşımayı ön cebimde
Ve ışıtmayı çarkları bir madalyon yerine, yirmi yaşımda daha
Hoş geldin. Bir kilidi kurcalar gibi geçirdim bütün akşamı
Kurtulmakla köklenmek arasındayım, buradan nereye gidilir
II.
Baktıkça donan eski fotoğraflara sığmışız dur. ’95, kış
Benim yüzümün bir yansı gök, öbür yarısı yok
Bir cesetten çıkarılmış yağmur suyu, bir cesetten yıllar boyu
Kimse inanmaz en temiz toprağı seçmiştim bizim için
Neler geçirdik yine de yok kışın kendine ait bir bayrağı
Aklım. Alıştırdım zamanı, şimdi kınında masum her şey
Buğumu çektiler ağzımdan, kabuğum orada kaldı
Buldum kolayını dayanmanın, uyudum ve uyandım
Beni gökten indirecek bir ip buldum, dibe çekecek bir dil
Sırtımdaki boşluğun rabbini bulamadım.
Oğulcan Kütük
(Sözcükler, S:87)
*
Öğle Sonlarında
Uzayan Boyunlar
Çiçekçiler kara lekeleriyle anlatırlar bir kadının doğumunu
O lekeler orada boğulmak gibi durur öğle sonralarında
Sirenler çalınır sonra, ikramiyeler yakılır
Bir kadınının doğumu ne büyük anlatılır
Gölgelerin kısalan boyunlarında o çiçekçi vitrinleri durur öylece
Uzar bir kadının doğumu
İçinden bir gömlek geçer şehrin
Yaralı bağırtkan-
Ve kinleri birikir vitrin önlerinde o kadınların
Bizi öldüren bizdik
Bunu vitrinlerdeki çiçekler bilir yalnız
O kadınlar bilir doğum zamanlarında
Bizi öldüren bizdik
Kara lekeleriyle duran çiçekçiler anlatır bunu
Yüksek yerlerde yaşayanlar bilir
Deniz diplerindeki ölüler
Işıklan kapatın- kapatın ışıklan!
O lekeleriyle karanlıkta duranlar
Kaybolmaz ışıksızlıktan lekeleriyle
Bunu güneşi taşıyanlar anlatır bize
Öğle sonralarına doğru uzar gölgelerin boynu
Kırılır vurdukça vitrinlerden ışıklar
Otobüs bekleyenler uzatır ellerini
Bunu üzerine gazete serilenler bilir
Yırtık ayakkabılar bilir suların ortasında
Ve çiçekçiler nasıl anlatır o doğumu
Bir kadının adı ezilir kalabalıkta
Cambazlar çiçekçi vitrinlerini dolaşır
Cihan Adıman
(Edebiyat Ortamı S:73)
*
GÜZ SABUNU
bir çörten samana altı ay çobanlık ettim
çavdar ekmeğini ayrana katık iki kalıp
sabuna el üfeledim gözyaşı döktüm yorganı
üstüme çekip...
geceler zifirdi toprak dam akardı kurt ulur ay
pencereye yorgun düşerdi uzar giderdi
toroslar koynumda böğrümde çobanlar ateş
yakardı...
duvarda askerlik hatırası fotoğrafın çıranın
gazı sofranın tuzu bir vardı bir yoktu ama
senin yokluğun
bir başka canımızı yakardı baba...
Arsen Everekliyan
(Suje, Temmuz 2020)
*
MİSAFİR
Bu sevdadaki konuk seviciydim hep
Şortun üstüne giyilen kravat gibi eğreti durdum.
Önce yara bandı oldum
Sonra yapışıp yarayla bütünleştim
Kabuk oldum
Kurudum ve atıldım!
Yerine yakışmayan ne varsa oydum hep
Denizde tren karada gemi...
Elmanın üstündeki portakal kabuğu gibi
Soyulup atıldım!
Hiç olmamışın düşlerinde
Yarına açılan çiçeklerin düşen yaprağı oldum.
Kadir Bulut
(Facebook kendi sayfasından 16 Şubat 2020)
*
YENİ RÜYA DÜZENİ
bu gece kadar yaşlıyım artık, ben noksanım
nerenin dibinden geçmişsem değersiz kalıntı
ve biçim alamaz bir çamur sıfatıyla oldurmuş
beni tanrılarım, koyarak boşluğun beşiğine
kara tahtalarda önceden belliymiş hesabım
adımı vermek gelmemiş aklıma, ağrına kalmış
o desem ki’ler, o süzülme hikâyeleri yalan kubbe
hakikat tacıymış bir babanın aybaşı yanıkları
bağrış çağrış bir ağız nefesim nefesine değsin diye
her çocuk üzgün bir çiçek olacakmış bundan gayrı
sesim kadar yoksun sen artık; eski coğrafyasın
aslında görmüştüm diriliğin tüm farklarını
dağlara somut bakmamayı, ovaları hakeza
bir doğa görmüştüm senden şimdiyle karşıt
eski bir şarkı getirdiydin daha dün bana
ellerinden aidiydim hiç geciktirmeden evimi
büyümemek evrenindeydik telafi sevinciyle
nasıl kapatırdık ilk elma bildiğimiz hataları
eteklerin yine karışık bir yaprak tanımı
sonbahar bahsiydi damarlarım aralıksız
bir yüzün vardı, iki gözün, bana sıfırmış artık
aşına değil gibi bakardı melali anlamayan nesle
bir çocuğu ağlatarak dediler ki o devir kapandı
Yiğit Kerim Arslan
(Sözcükler, S:87)
*
BENZİN TAŞIYOR GÖZLERİN YANGINIMA
Bir dilsizim hiçbir dilin bilmediği
İncinmiş ve ertelenmiş düşlerim var
Buz bakışlarından berrak
Saçlarına dokunamıyorum
Saçlarında binlerce tel ak
Sesinden tanıyorum, yasakların var
Ne affedilmez suç
Gözlerine uzun uzun bakmak
Ve suskunluk işkencelerin dizi dizi
Affet, kısa kesiyorum misafirliğimi
Ormanını kaybetmiş ağacın dalından
Acıya vasi renklere asi kesilmişsin
İğne oyalı gelinliklerin olmalı
Kimsenin giymeye cesaret edemediği
Tenin kasım soğuğu, sesin kar erimesi
Gözlerin nasıl da artırıyor gizemini
Aldırma bu kasım
Ağrılı bir güz yaşanmasa da
Hep senden uzak hep böyle puslu
Sana söylenmeyecek sözler var aklımda
Kısa kesiyorum nicedir
Sözlerimi de saçlarımı da
Ve hiç bakmıyorum artık
Hiç bakmıyorum ardıma
Benzin taşıyor gözlerin yangınıma
Kaan Eminoğlu
(Şehir, S:139)
*
ŞİİR
Gülümse dedim bu son olmasın
Bak yine yeni her şey
Susamak değil, özlemi yaşamak yalınlığında
Bir kerede yüz nefes yüz güle varış
Sakin sakın, bugüne bakın
Yürü yüzer gibi gökyüzünden
dökülen yağmur gibi
Bırak gitsin giden kalmayı
bildiklerin gibi...
Bilgin Sayar
(Facebook kendi sayfasından, 25 Haziran 2020)
*
öldüğün salı
annemin öldüğü salıyı otobüste unuttum
üzerinde sonbahar uyuyan yelek
ve beni umursamayan kedi
durakta
tabela altında oturuyor üç adam
baktı yüzümün aynasına
geçmiyor diye seslendi
saçlarından hiçbir şeyi
tarayan
bir pencere camı
aramızda sallanıp duruyor
düşse kesecek bileklerimi
kalsa gecikecek bir gölün intiharı
hep böyle olurmuş
kim söyledi bilmiyorum
kimi
kaldırım taşları severmiş ıslanmayı
annemin öldüğü salıyı otobüste unuttum
üzerinde duvardan indirilen fotoğrafla
başlayan bir evin yalnızlığı
kalktı yerinden
kanatsızdı gördüm dedi
göğü sonsuzluğun
boynundan öperken güvercin
oturup ağladım
jiletin ucunda damlamaya
kesik arayan üç damla
ve otobüste ölü bir salı
annemle
unutmaya uyudum
Dilek Bilge
(Edebiyat Nöbeti, S:27)
*
bir şey doğmaz gün doğmadan
yavaş ol, kaygan bir zemindeyim
acıma değip geçme, alış-
ki dünyama hediyendir senin
yoruluyorum bir ırgat gibi, -tanrı en çok mesaidedir
taşıyorum ağrını göğsümde, yolun çilekeş
yolun çetrefildir
bu yoğun sensizlik bu destursuz emanet
anahtarı gizli bölmelerimin
elin en çok elime yakışır
kayıp, en çok senin yerin
aç-aç- aççç kaldım sesine
gitmek mi şimdi gerçekten bu mu gerek
lakırdın güneş, susuşun yağmurdu pencereme
yavaş ol yavaşş, dedim ya kaygan...
alıştım ben de alıştım
bir şey doğmaz gün doğmadan
Yiğit Ergün
(Bireylikler, S:96)
*
geç gelen
Merhaba lirik aşkım
Ağrılarımın adı, tutkumun adresi
Kasığımdaki sancım, merhaba
Hangi toynak izleri sürdün de geldin
Tırnakladığın yüzümde geç kalmışlığın kızılı
Yorgunuz ikimiz de
geç oldu
suyun şölenine eğilen dal
esrik ruhlar kavmine
tanrılar ussuz iken yazda gelen
ömrün cennetine bir daha inanmadı
Mustafa Suphi
(Edebiyat Nöbeti, S:28)
*
Kim-lik
Akşam kırk altı olmadan kapatamayız
Önce yasak sonra kapatsak ne yapacağız
Onca yaşamak yüklensek ne olacak anca hantallaşırız
Kapatsak ne yapacağız
Yürüyecek miyiz koşacak mıyız ne yapacağız
Akşama daha çok var siz gidin
Bulursanız eğer bizim kıdemli elemanları
Yanınıza alın yol göstermeyin
Buğday tarlasında o şekilsiz balığın işi ne
Gerçi öyle söyleyince...
Buğdaya nazaran o şekilsiz balık daha mı çok hak ediyor ne
Akşam kırk altı dedik ama işverenimiz
Aynı zamanda en sunturlu işkencemiz
Kıvrık sorumlumuz ona imreniyor desek inanır mısınız -
Artık akşam iki yüz otuza kadar buradayız
Bize bir daha rastlamanız zor
Vedalaşsak iyi olur
Emre Yıldız
(Varlık S:1352)
*
İKİ
Çamaşır suyuna batırılmış gibiydim
Terliyordum yüzüm grileşiyordu
Adım belki Muzafferdi belki Necip
Baharın nemli ılık mavi günleriydi
Çay içiyordum durmadan
Tebriz’de hayvancılık yapan bir adamdan para almıştım
Gönlüme göre yaşamak istiyordum
Vapura binebilirdim
Gazetelerin sayfalarını beceriksizce çevirip
Gazete okuyabilirdim
Olanaklar çoktu imkânlar azdı
Ve cebimde dört lira vardı
İki çay demekti bu
Mustafa Atapay
(Veronika, S:2)
*
Vesikalı(k) Ölü
Kelimeler yetmezse,
yetişemezse huzur gölgemde
eter koklarım be abla!
diyen bir şehir bu buğulu başkent,
doldur boşalt’la aşk arayan ırmak, eski sevgilimdir
şeftali kokan koltukaltları da şahidim,
vesikalık fotoğrafımı isteyince polis gece
açıkça delilim: kesik belleğim
kimse gözlerimi gözleriyle oymaz olalı
şahinim şalteri inmiş ömürde,
sahibi tıp profesörü meyhanede
etimde neşterini bileylemişti arsız hatıra.
Doğuştan özrü var bizim buralarda Güneş’in
ümit etmek yeterince Ay’ın işi diye
işe çıkamaz olmuş tan vakitleri,
vakit nakittir de, aşk nedir be abla?
diye söylenen buhran başkent bu,
esefle kınanır ya karanlığın köşeli küfürleri,
toplu fotoğrafı anlarım da toplu vesikalık
hangi kalabalık yalnızın temennisi?
mesela içten içe yapraklarına
şiir söyleyen bir ağaç olmaksa, senin de sonun
mesela talihini ırmağa bıraksan
acıdan saatte kaç kilometre hızla uzaklaşır?
sahibi mafya babası bir kerhanede
oturup zararımı hesapladım
bu sevda müessesesinde.
Kelimeler yetmezse
sahile ineceğim annemi alıp
anlat diyeceğim,
bu cinayetin perde arkasını sen aydınlatırsın!
nasıl yanmıştı canın efkârlı mahlûkun
şiir hastalığına tutulunca?
mesela hastahane polisi, kayıtları
eski sevgilisinin intihar mektubuyla
karıştırdıysa,
küvezde yanlış teşhis konulduysa,
bu çocuk yaşayacak dendiğinde
yanlış anlaşılmışsa,
herkes, her şey doğruysa
ya ben toprak olup çocukluğumun
üstüne atıldımsa.
Bir ağaç yaprağını saatte
kaç kilometre hızla döker?
mesela bir gözyaşı hangi serüvenin evlatlığıdır?
sahibi peygamber bir tımarhanede
işte bunları soruyordum
uçmaktan korkan güvercine.
sahile indiğinse: ölü doğurduğun
mahlûkun son vesikalığıdır Anne!
eren şahin
(Lacivert, S:91)
*
TÜKENİŞ TÖRENİ
çınlatır zamanı
ölüye serilen örtünün rüzgârı
kusursuz renkte bir bozgun yanağında
tükeniş törenine hazırlıksız yakalananın
kırk kış hüküm giyer kapısında
gece gündüz büyüyen bir sorunun
ne zaman ölür hatırası bir ölünün
bilinmeyenin gölgesinde kararıyor yarının sevinci
yıldızını bırakıyor bugünün gökyüzü
suların ıssız cevabına
parlatmak için yokluğun yakıcı rengini
uğultusu karartır tüm yazların parlak hatırasını
her yolculuk bitişinde sızlayan türkünün
geçilmez yağmurlu sözcüklerle kavurucu ağrıdan
kıyametini yaşar bir daha sevilemeyecek bir yüzün
vedayı sıkıntılı rüyalarla yürüdüğü kentlere yayan
artık çıkmayacaktır numarası kimsenin telefonunda
ceket evde bırakılmıştır kimlik devlette
yangın coğrafyası anne
şimdi müfredatında yalnızca ateş
baba kendini koruyan pişmanlık nöbetinde
ölü kanıyla başlayacak bir çiçeğin tarihi
ağıt çiçekleriyle kapanan bir devrin ertesinde
Emre Ay,
(Türk Dili S:827)
*
ALIÇ AĞACI
Anamı bir alıç ağacının altına gömdüler
vasiyetiydi, tepedeki en yükseğe,
bazen kırmızı veriyor meyvesini
sanki kanıyor alıç ağacı.
Gece ne zaman sızsa dallarına
aşağıda bir rüzgâr vuruyor yapraklarına,
bilirsiniz,
dağılarak sessizce sabahı ağartıyor kuşlar.
Ölmeden önce anam son defa oturmuştu dibine
çınar yaprakları vardı ellerinde,
son defa sevdi alıç'ın kökünü
kokladı mühürledi kalbine.
Islak kapkara kışlar geçti aradan
kırılıyor insan, bir mezara kuş konunca,
gölgeler konuşuyor geceleri, berrak su,
rüzgâr ve nehir konuşuyor,
çömeldim karanfil ektim yanma...
Ali Özdemir
Berfinbahar, S:263
*
DEVRİME TARİF AŞKA TARIK
Yüzümü kantaşıyla tanıştırdığımda
kana konuşan bir hevesti gençliğim
çokheves yaşardım her şeyi beyazperdede
can der, Canım Kardeşim bir mimik kanardım herkeste
gidip kendimi film karelerinin içine atardım
genç kızların sevgilisiydi ya Tarık Akan o sıra
kalbe fiyaka saçlarımı onun gibi tarardım
heyhat, ben ki flörtü bile değildim tek bir kızın
aşka tarif gençliğe Tarık
kendime çalışırdım
Gençliğimi kavgayla tanıştırdığımda
yüksek sesli dergiler okuyordum herkes gibi
devrimci bıyıklarım henüz çıkmamıştı daha
ama devrimci şiirler yazıyordum o biçim
devrim ki en çok varoşlara ve köylere aitti
en büyük devrim ki alanlarda yapılmıştı
birHasretinden Prangalar Eskittim şiiri vurmuştu herkesi
birdenbireMaden bir esmerlik olmuştu Tarık Abi
ben ki esmerliği çocuklardan bilirdim
devrime tarif aşka Tarık
kendime gitmiştim
Ömrümü aynalarla tanıştırdığımda
içakıntı gidip sinema önlerinde ağlamıştım
kasıklarımdaki kadınlara ağlamıştım babam gibi
bir yanım kendinin mağlubu Delikan İstanbul'du
bir yanım hüzne Pehlivan derde Derman üşüyordu
sahi, Bir Avuç Cennet gibi bir şeydi Tarık Abi
tutup içimi Yol bir film hatırına Bingöl'e atmıştım
ülkeme tarif sılaya Tarık
kendime kaçmıştım
Şimdi ne zaman Tarık Abi desem
saklı söz bir Yılmaz Güney repliği etleşir içimde
şiir gibi ilk sinema gibi son:
“Tarık, bak bu kediye, bak annem gibi!”
Hüseyin Alemdar
(Şehir, S:144)
*
AYRI’LIK
nasıl desem…
tükenmek bilmez rahmet
birdenbire dinse bile yağmur
saçtır damlalara toprak;
ıslandıkça biten
kesildikçe uzayan uçlarından
ve köklenen, sokuldukça derinlere!
ama tam yerini bulduğu sıra
mağlup
ve biçaredir tufanlara!
nasıl desem…
zorlayıcıdır sevmek, geçit vermez hayale
dağlar yere cabbar iken erişirler kemâle
ağaçların mıhına sevdalıdır konucu kuşlar
akşam dayattığında kendini
döne döne çıkılır göklere ancak
döne döne çalınır arşın kapısı
ayın girdaplarına kapılarak
nasıl desem…
lafı dolandırmanın azabı
yutuyor büsbütün zamanı
melekler değil melekeler
kanatlar değil düşünceler
yükün ağırlığı değil
yükü atamıyor olmanın ağırlığı…
nasıl desem,
nasıl desem,
nasıl atlasam şu ayrılığı?
Alper Gencer
(Şiir Versus, Sayı:2)
*
Geç İnen
olmasın kalbin kötülerin mabedi
yırtılmış dudaklarıma dikiş oluyorken yeminin
sözlerin ki, tamamlıyor dağılan tüm güzelliği
farz et, secde arayan alnına ansızın gönderildim
göz yaşı dolu bir duvarım avlunda yaslanmalık
sen koskoca bir duasın, ben sadece bir amin
biliyorum,
kaderi yazandan kalem çalıyorum
şimdi, su ateşin içine sabırla sızıyor
efsunu nerededir biliyor musun
bir ömrün, başka bir ömre eklendiğinde
ne su buharlaşıyor ne de sönüyor ateş
efsunu buradadır çünkü;
yanmışlığa merhemin, ıslanmışlığa güneşin
biliyorum,
boşluktur yitip gideceğim yer
güzel kokular kayboluyor,
evlerin yastıklarına sinen
başka bir kalbin üzerine bir kalp daha çıkılmıyor
saklandığın yeri bulamıyorum çöküntünde
dudaklarımla su taşıdığım bu kaçıncı cehennem
kırılmadan açılacak kapılar da yok artık
hem anahtar hem kilitsen
biliyorum,
bu pas, bu demirin kalbini yer
Sezgin Öndersever
(Hayal, Sayı:72)
*
Gözlerinden Belli Benden Bir Şey Sakladığı
Yaz artığı bir çift turna
bir bozlağın göğümüze bıraktığı
Kimin umurunda yağmur, fırtına
Uzandım yanına, sol tarafına
öteye itip aramızdaki dağı
Bilezikleri domuz dişinden, beyaz
ondan daha beyaz boyunbağı
Terk edilmiş bir kent, eski bir kent
gibi suspus Bingöl, Kiğı
Yüzü diyorum yüzü bir gazel
kırmızısını atmış bir güz yaprağı
Gözlerinden belli, gözlerini kaçırmasından
benden bir şeyler sakladığı
Gerdek gecesi tutsak alınanın
kırk gün serili durur yatağı
Uzandım yanına, sol tarafına
öteye itip aramızdaki dağı
Baktım, uzun, incecik bir yılan ıslığı
baktım, akıp gitti yokuş aşağı
Kimin umurunda Bingöl, Kiğı
Hüseyin Ferhad
(Virüs, Sayı:5)
*
DOKUZ
Altıpatlar dedimse bakma öyle
Namluları söğüt sever, söğüt bilirim
Ah ettikçe şu tepemin tası
Gökyüzünde en iyi ben vurulurum
Dokuz yıl savaşlarında bir tapınaktım
Yurt belledim diyorum dönme geceni
Şu ufaklığa söyleyeyim evini saklasın
Ardışık sağ keşmekeş sol komik lügat
Adının ilk harfine inkarlar bizim cehenneme
Dokuz, sayı dokunulmazlığı
Dalıp gideyim o zaman ahali bekler
Uyanacağınız şehir test aşamasında
Tavanları alçak dairelere göre
Münasebetsiz baba kıyafetleri olacak
Dokuz, bakılamayan çocuk sayısı
Bağır bağır bir karanlık içerisi
Avni, torbayı uzat bu doldu
Öksürük ile sınanacak şimdi o kursak
Çöktü işte gece, altında kalanlar rezil ola…
Dokuz, madenci (d)öven kişi sayısı
Şimdi beni geçelim de sen de geçsin
Bu sallandığımız yere sen ur dedin
Bırak uyanmasın ben, uyanmayayım
Gözlerim açıkken geçmişe nallanıyor
Dokuz, hangi güne denk düşüyor
Dokuz, hangi harf peki?
Hakan Temiz
(Facebook kendi sayfası-Batman, Aralık 2020)
*
ŞİMDİ PAGAN ZAMANI
Ben, yani o Sinsi Pagan
Yüceltiyorum hedefi
Hiç kimseye aldırmadan
Parmaklarımda hergelenin biri,
Dudaklarım darmaduman
Lanet edildi bana
Gök yeleli kurdun
Boynunu vurdum
Diye hepsi
Ve ben bir şaman halefi
Yanlış çağda müfteri
Gibi kabul edildim
Kibir kuşanmış bir serseri
Olarak dilim dilim
İdam edildim
Benim kana kana aldanan
Yıl, milattan sonra bilmem kaçtır
Ah gök bakışlı esrik kam
Lütfen onu incitme, beni kır
Çünkü sana kızarsa Sinsi Pagan
Menekşe bahçelerine dadanır
Bu bir ikilem, Sinsi Pagan bir yanım
Hapsolmuş içinde eski zamanın
Budun bolup insafsızca
Lanet edince bana
Daha iyi anladım::
Başladı işte şaman söylencesi
Davullarla vurulmuş iyilik töresi
Balı tükenmeden arının
Ne hoş olur bilir misin
Eski pagan âdetleri
Ben, o Sinsi Pagan
İzlemek isterim Asur'u, Babil'i, Nemrut'u
İşime son verdi ustam
Oysa ona, hep geçerken uğrayan
Tanrıtanımaz paganın
Ve aynalara aldanan papağanın
Mucizesini anlatmak istedim
Bilmem nasıl tasvir etmeli gezimi
Doğu bir masal ülkesi
Orada başladı bu Sinsi Pagan hikâyesi
Kars Kalesi, atlar ve uzaklıklar biçiminde
Göç etmiş erken dönem şehri Yesi'ye
Sinsi Pagan hayretler içerisinde
Tanımamış Artvin'de yeşili,
Şaşmış kalmış Trabzon'da ona mavi,
Kızdırmış Erzurum'da beyazı,
Sevmiş Mardin'de kan kırmızı
Leylak kokulu tepsilerde
Harap olana kadar
Şarap dövmüş ona Süryani kızı
Dili kanlı yılanın peşi sıra uzanan bir sur
Gibi merhem yapmış çiğnenmiş sakızı
Yol bittikçe bilenmiş güneşe
Oysa eskiden su olsa
Aldırmazmış ateşe
Ah bu nasıl paganlık hukukudur
Hiçbir kitapta yazmaz okuduğu
Neden ama neden
Emekçi elleriyle dokuduğu pazen
Çile olmak zorunda kalmış ona bazen
Sinsi Pagan, unutmuş kıl çadırları
Elinde eskimiş bir matem
Ve yumruk yumruğa patlamış kulak zarı
Lütfen, çekici geri ver, alnımdan akan ter
Karşılamıyor bir türlü zararı
Şimdi kimse bakmıyor yüzüne Sinsi Pagan'ın
Pagan şaşkın: Tanrım! Ben nasıl bir insanım?
Sen benim tamamlayıcım, ben senin inkârcın
Zamanın tozlarına karıştı tüm inancım
Anladım çoktanrılı bir tanrıtanımazın
Çelişkisi burada başlar,
Ve gözlerinden doğan ırmak olur
Yaratılışı bilinmeyen yaşlar
Zihninde Sinsi Pagan'ın
Uzak Asya ve Yakın Batı
İşte gökdelenin son kaçak katı
Pagan sinsi ama şaşkın
Bu iş sınırını aştı yarım aklının:
"Cogitoergosum"
Başlangıcı burada bitiyor sonun
Yine de sen beni affet
Keskinlik eksikliktir biliyorum
Oysa Sinsi Pagan ve serseri zaman
Birbirine teğet iki jilet
Dil varlığın eski evi
Bu da iki katına çıkarıyor endişemi
Ah Sinsi Pagan
Sen ve ben, aynı ten
İki ayrı tin
Eşit değiliz kefesinde terazinin
Tek başına körüz
Maalesef
Çift yaradılışlı yönümüz
Hayır bu bir tasa değil esef
Biz birleşince kesen makasız
Ayrılınca bir işe yaramayız
Kaan Eminoğlu
(Eliz, Sayı:141)
*
HASA(R)T
Her şey bir yerde duruyor
patlamış bir ampul
üflenmiş bir gaz lambası duruyor
özlemin bir nefeste tükenişi
karanlık çökmüş
iç içe gece ile gündüz
bir aşkın boğulduğu gözyaşı şişesi
Askılar giysilerden yorgun
sessizliği dağıtmak için bile söylemiyor
masa dendiğinde hırçınlaşan masa
diyen olmasa da
her şey her şeye yük
rafları ezen hatıra
kabartmalarla geçirgenleşen
lükens sandalye sehpa
Otobüs duraklarında insan ağaçları
büyüyor akşam güneşine karşı
meyvesiz kuşsuz ve kahkaha
nerden mi çıktı kahkaha
ilerleyelim bir adım daha
egzozlar söylüyor kaybedilmiş yarışı
Saksı çiçek olmak kaygısında
izmaritlerle gübrelenmiş
cılız dallar bir bahar sayıklar
ne ağaç ne çalı mazılar
alakargalar da didiklemese
yaşadığından kimin haberi var
duruyorlar işte oradalar
Mehmet Can Doğan
(Türk Dili Dergisi, Sayı:827)
*
GÜNEŞİN BULUTLARA
Üzülünce iyileşen yaralar vardır
Sonra anlarsın bunu, şimdilik büyü
Bir elmaya sorulur mu niye elma olduğu
Bir kuşa niye konduğu incir dalına
Hayata sorduğun bir nice soru
Misafire kahve kuzuya kına
Sonra anlarsın bunu, şimdilik büyü
Sayısız alfabesi var bakışlarının
Kim cesaret edebilir seni bilmeye
Ah sen de bilmiyorsun, çok istesen de
Yetmiyor zamanımız bir kelimeye
Sonra anlarsın bunu, şimdilik büyü
Ne çok bileşeni var kimliğimizin
Çılgınlıklar, sevinçler, yarım hayaller
Acılar aymazlıklar ve başka şeyler
Bir araya geliyor işte mucize
Sonra anlarsın bunu, şimdilik büyü
Ölürsem sevinirim demişti bir şair
Ölünce sevinecek, sevilecek, şahidiz
Aşka dair olmayan ne var yaşadığımız
Bir kalbi olduğunu söylüyor her iz
Sonra anlarsın bunu, şimdilik büyü!
Mehmet Aycı
(Muhit, Sayı:8)
*
DUBLİN'DE BU SABAH
taha ayar’a
dublin’de bu sabah üstümü asfaltla kapattılar arabalar mülteci dolu
kamyonlar seyyar satıcılar geçti üzerimden ben bir kışı sakladım bir şapkayı
hergün geçtiğin sokağın penceresini saksıya düşen saçını konuşarak kapanır
mı susarak açtığın yaralar mısrasını sakladım, delik deşik oldum, kanımı
sakladım kemiklerimi pazar yerlerine gece vardiyalarına çay ocaklarına
elinde paspas bir yorgunluğu temizlemekten dönen iş kur’lulara izmaritlere
peçetelere zayıflama merkezlerine sosyal yaşam alanlarına uzak bir
sıkıntıyım ben her gece müzikle çukurlarla gizli okunan kutsal metinlerle
bozuk musluklarla kapanamayan pencerelerin önünde duran çocuklarla bir
ağaç büyütüyorum yağmalanmaya durmuş bir ağaç
üstümü asfaltla kapattılar sosyal medya hesaplarıyla site içi kurallarla
yüzünü görememenin jilet vurulmuş sakallarıyla kapandım kapandım ben de
bir santurun ince teline kahvaltı masalarına kır düğünlerinin mutsuz
adamlarına kapandım sesindeki ırmağa çok bağırdım çağırdım seni
otobanlara iz sürme konusunda mahir değildim coğrafyam tekinsiz alnının
teri, elbisenden tenine geçen koku beni mayhoş edince elimde bir öfkeli
oturmalar elimde sayfalanın yırttığım şiir elimde bir izmaritten kalma kül
elimde kalaşnikoi sustum bir cenaze geçerken dublin açıklarında
Mehmet Tepe
(Aşkar, Sayı:53)
*
Reflü
her şey yavaşça batıyor
güneş gök yıldızlar dünya
hayatın kıç tarafındayız
henüz yukarıda olmanın rahatlığı içinde
düşene hemen yabancılaşıyoruz
herkese biraz tuzlu su
sonrası bir ölümü aksırmak
yükseldikçe inkarın reflüsü her acıya
bir bahane
her gidene bir hafıza
insan olmak ağrılı bir şey
düşün ki bir yıldız kabuğuyum ben
ışıldayan bir acı
nereye yamasan kırmızı kırgın ağrılı
eğleniyor musun tanrım
işte, dönüp durduğumuz yuvarlak
hiçbir yere gidemiyoruz
sallandıkça ölü kuşlar gibi üst üste
avlamak öyle kolay ki bizi.
Elçin Sevgi Suçin
(Kurşunkalem, S:57)
*
Ait Olmak
Aitim, sana mı peki, bunun yanıtı zor
O yanıta aitim belki
Alkol ve gözyaşı iyidir, aşktan söz etmedim daha
Bir yokluğun var bilmezsin, hani bana şiirler yazdıran
Evet, o yokluğa aitim aslolan bu
Küfre aitim bir de beni kıymetsiz kılan her şeye sövüyorum
Kötü sözlere aitim, bu beni rahatlatıyor, savruk ve serseriyim
Ağaçlara ait olduğumu bütün dallar biliyor
Bütün trafik lambaları yeşile aitsin diye fısıldıyor kulağıma
Yeryüzüne ne kadar aitim bilmiyorum, sığ ve akılsızım
Yolum fırtınaya çıkıyor serin bir gece yansında
Şimşeklere aitim diye düşünüyorum, ama kendine gel diyor
Poseidon’un homurtusu bu
Pişiyor ve kulübeme çekiliyorum sonunda
Bal kovanlarına ait olmak isterdim bir de
Bisiklet pedallarına deli rüzgârda
Dalgalara, yıldızlara ve savruk dizelere
Evet, ait olduğum onca şey
Yokluğunun sağlaması belki de
Kendime ait olsam
Bir kedi daha beslerdim, yeminle
Ahmet Önel
(Kurşunkalem, S:57)
*
Kalbinin Kızıl Denizi
Cerenlere
dağın yüzüne çeki düzen veriyordun
sözünü yerine getiren sesinle saatlere
kuşları incitmeyen gölden sakinlik dile
ölümsüzlük de seni arıyormuş
sıcaklığını insan yanını imkansız
saçlarını aynada bıraktığın sabahın
akşamında kavuşabilmek kaderse
bir ihtimal daha var o da ölmek
yalnız değilmiş iki canlı gölgen
sararmışlığı diliyle okuyor yollar
başkasınınmış sanki bu bahar
sokağı dönen üzüm siyahı gözlerin
henüz açılmamış öyle masum
yaşamak dar bir kapıydı
dizlerin yerine yüzüne kapanan
diken üstünde dön sen dünya
kalbinin kızıl denizini tam ortadan
alaca ve karanlığa merhaba
candan bir gölü emziren annelerin
yasıyla kimse geri gelemez dünyaya
ne gam günün birinde ellerinde
yaprakla gılgamış diyorlar ki
ateşti kucakladığı su hiç değil
yanında görmek istersin tanrıyı
gelirse ne olur ses ver
Nurgül Özlü
Kurşunkalem, S:57
*
BUĞDAY DERNEGÎ
bitti mi baba? bana verecekleri keder
haksız ve canlı dudağa düşse
kömüre çevirirler yaptıklarını
bitti mi baba? melez tohumlar ürettiler üstüme
topal kaldık, bir ayağımız yok
hıçkırıklarım yankılandı duysana
soğuk camın ardından görmek zordu seni
kimse iş vermiyor baba, bir selin içinde sürüklendik
uykuda güldüm her seferinde
seni düşümde görüp merdivenden düştüm
kötüleri iyiye çevir diyordun bana
kaybolan çocuklar gibi uygunsuz pozlar verdim
bitti mi baba? kanlı hatıra senden sonrası
elli yılda yıktım gençliğimi
kitabımı kaç kişi okudur' yaz demiştin
yaz da parçalan:
boş sayfalar, kalem, silgi kurtarır seni
bende zehri kaldı baba
söz hurdalığı yakışmadı üstüme
aynı renge boyadım insanları
karıştırdım fiyaka yapısında biçimleri
birbirimizi düşman görmek niyetine olan-biteni
bitti mi baba? buğday demeğinde göreve başlıyorum
ölümler sıradan hal aldı yeryüzünde
atalık tohumlar besliyorum toprak üstüne
senin üstüne örttüğüm bir avuç toprak
işime yarayacak desene
Hüseyin Peker
(Şiiri Özlüyorum, S:94)
*
Yarını Yok Geçmişin
artık ne söylesek kırarız birbirimizi
tanı halkla geçmişini; kendine yepyeni sür sabahı
yanlış, diyor psikiyatri: cereyan inzivada yakalar,
kardaşların barış sevdası kalacaksa gençliklerine
yakışacağız: tıkanmayacak nehirlere çıkan yolda bahar
çünkü çıkamıyor yokuşları öylece yırtılan şeyin hükmü
orada olacağız, yokuşlarda, kıran kırana yarma.
düşün dünden kalan bir şey mi sevda
düşün neresinde barış arzusu kıymetli
düşün yıllardan, kaçak kömür ocağı şehir
kurşuna dizilecek mi sabotajı da yılların
batıya yetişecekse çığlığı doğunun
nerede kaldı bir merhaba asırlarca
kızgın nehirler ve gerçek: yarını yok geçmişin
komando da oldum ağır sıklet de; yüzüme karıştı evham
sağ kanattan pota altına backhandten ters garda
buradayım, hazırım eşdeğerlik tablolarını yırtmaya
ve bizimkiler ne söylesek, diyor, ne söylesek artık
vedam, yaylalarda kekik kokularına karışır
bir türlü alışamadı karambole inzivam
ne söylesek, kırgınlığı kurcalamak antrenmanlarda
Kerim Akbaş
(Ecinniler, S:1)
*
Ölüyüm, Kusursuzum, Güzelim
Beni bul istiyorum kalabalık bir sokağın ortasında
Ayıplanman için seriyorum seni, böyle deli
Çekilmemiş fotoğraflarımıza bakıyorum
Uzak bir yıldıza akarak
Bu yalnızlığın koynundan kopart beni
Anlatmayacağım hikayelerim var
Bilsen küfredersin bu çirişi çıkmış dünyaya, bilme!
Ben acıyla öğrendim Allah’a inanmayı
Okuduğum kitapları yeniden okuyorum
Zeytin topluyorum bahçeden
Sonrası bir ağlamak
Gerisinin seninle hiçbir ilgisi yok
Suyumuz karışmalıydı birbirine
Aynı göle düşmeliydi seçtiğimiz yıldızlar
Eski bir kilime bağdaş kurup oturmalıydık
Payımıza düşen ayrı ayrı yollar
Sen nar tanesisin, asi bir su
Ben ölüyüm, kusursuzum, güzelim
Ayfer Karataş
(Altı Yedi, S:4)
*
Teller, sınırlar, ölümler
Ceket cebinde kalan hatıraları babalar ölürken öğrendim
Annem leğende yıkarken eski hatıraları öğrendim
Yeşil sabun köpüğünün kaç tas suyla gittiğini...
Körpecik hayallerin peşine takılıp giden güz günleri kadar acı
Yağan bombalardan kaçan Leylaların üç örgülü saçları
Dalgalanır bomba grisi gökyüzünde kızların sesi...
Dokunurken gönlümün bam tellerine,
Denizin yuttuğu çocukların sessiz ağlamalı sesleri...
Her zerrem parçalanırken .
Sarışın ve tombul yanaklı oğlanların dudaklarında dökülen ölüm haberlerine
Bir kez daha ölüme varırken başlar...
Kim kiminle, ne zaman, nerede...
Hesaplamaların en ağırını, üç abamda pi
sayısını bulamadım vicdanın yerini..
Göğümüz kana bulanmış uçan uçurtmalar ve kan balonlar içinde pıhtı…
Teller, sınırlar, ölümler
Sait Özden
(Altı Yedi, S:1)
*
dönüşsüz rüya
Ya Resûl'Allâh/Seyahat hemen' için .
rüya! âh, karıştı şefaat senin tuzlu bölgelerini
görme isteğiyle, gerçek sandım, yürüdüm ve
yenildikçe yenildim ayaklarına yeni harbin
burada suya savaşıldı, harlandı riyâ
dile gelmez tarifinde o vardı her şeyin
kanatlarım yetmedi ve uçtu büyülü kâğıt
var oldun diye bengisiz bir rapor elimde
Buket aradım. Buket aradım da nüksetti
aldığı form devasa bir ayâna, bilinene
ben kayaçlar, ben parmaklarından haritalar
iletmiştim allah’a. ne geldiyse O'ndan geldi
dedim ve dışlamadım seni toplum gibi
kıyam! uçurum çiçeği de bir seçimdi mesafelerimde
bilmeden kazandım yalpalayıp izleyeceğim gidişi
İbrahim'e inanmadı doğa, bebeğimdeki çağ sesleri
soğuttu madde denilenden. rabbiydim kalakalmanın
ilk, bakışımın goncalığı yitirdi tüm algılarını
anlatma dümeni yıkık huylar sonra
ter getirdi senin ferahlığın bana, fer kırdı
her gezegende metruk kemiklerimde
süssüz kimliğimle, vebasıyla adımın
artık zorlanamaz hiçbir asa, taşlanırım
nereyi etsem tavaf, evim olur sargılar
dönüşün ve sarılmanın bu hâlinde
ben hiç rastlamadım rüyamda bir peygambere
yiğit kerim arslan
(Veronika, S:1)
*
AMED
Muhittin abi için
Artık gitmeliydin buralardan
Kan kokusu sarmışken heryeri
Nefes aldırmıyorken ensendeki gölge
Tek tek silah sesleri
Koştururken sen
Daracık sokaklarında
Renkli duvarlarında
Ne mutluydun oysa
Uzaklaşırken hayatından
Bırakırken kendini orada
Baktın uzun uzun ovalarına
Ağladın ağladın o kara taşlarına
Gökten iki damla yaş düştü
Biri sana
Biri diyarına
Fatih Balkan
(Papirüs S:28)
*
B. İÇİN BİR ŞARKI
Yokuşun başında bir evde
Ayva boğazımda kaldı.
Böyle bir tekerlek çevirdi arkadaşlarım.
Kargıdan bir at sürdüler.
Hiç bilmedim nasıl da olduğumu endişeden.
Kuru, yaz öğlesinde bir oyun
bir gülhatmi gibi yersiz
upuzun ve tek başıma korktum sizden.
Görmeden inandım güneşin altında öterken öldüklerine.
Gizli gizli uğuldadım.
Bir bahçede.
Duvarın arkasında.
Kendi kendine öterken sırtüstü düşüp sesi kesilen ağustos böcekleriyle.
Bu kavruk topraktan attım yüzüme.
Acılaştım, beyaz çiçek tadıyla güldüm bildiği
Yersiz, upuzun
Gökhan Turgut
(Sözcükler S:88)
*
YANARDAĞ SENFONİSİ
Akşamın saklı bahçesinde
soluğumu öpüyor
bir yalıçapkını
Ilık çiy esintisi
iç odalarıma doluyor
titreterek gülistanımı
Düşlerimin kristal kapısı
destansı bir aşka aralanıyor
Girdabına çekiyor beni özlemle
kokusu burnumda ten sığmağım
Sıcak lav gölünde
ikinin bire eridiği
yanardağ senfonisi bu
İnleyen ezgilerle geliyor
huzurun rehaveti
bulutsu yatağına sarmaşıkların
Beste Bekir
(Delikli Çınar S:61)
*
post çorda lapıdes
Bir cehennem gibi homurdanıyor ay ışığı
Alevden denizlerde yıkanmış korkunç gün
Aldanmış, umursamaz küllerden bitme gün
Gecenin terli omuzlarına dağıtıyor beni büsbütün
Gökyüzünün kırbacıyla taşan sabaha alışığım
Aklım, sahte bir kusmuk gibi birikiyor yüreğime
Üvey küllerin ortasında çapraşık, kala-kalmışım.
Bir cehennem gibi homurdanıyor insanlar
Asmaları, çılgın karalığıyla yıpranmış köprünün
Üstünde yük olmaktan solgun, damarlı insanlar.
Uykum, suya atılmış usturanın keskin tarafı
Sessiz, yılgın ateşin alnına konmuş bir kılıç.
Hiçbir şey pamuksu ölümün aptal dili değil artık
Sıska darbelerin kan tükürdüğüm mendili
Gün doğumunun yapay, köhne aksırığı değil.
Çünkü, ağırlaştıkça yüzlerini öfkeyle kapayan
O yumuşak toprağın kalbine vurulan insanlar
Sert zırhımın içinde birikiyor benim.
Birikiyor, taşra şarkılarıyla mahcup soğuk
Birikiyor, sanılmışların aksine kesin olan
Birikiyor, dişlerimin arasına masmavi kan
Birikiyor, yarın öleceklerin ömürlerinde kalan
Mithat Sertan Altınok
(Varlık S:1352)
*
Bir Bitiş Serüveni
Değme düşer ruh halim hayatın akışında
sesim kırık
yaralı bir kuş soluklanır göğsümde
acılan tetikliyor gün sonu
ömürden ömür çalmak diyorlar
kendimi, hangi yöne sığdırayım sevgili
Düşlerini parçalayan deliyim
eskiden kalma yara yatay-dikey içimde
sırlarımı gömüyorum tenime
kayıptan sesler geliyor "git" diye
yanlış bir hayat için yeminliyim doğuştan
Aradıkça senden geçen izleri
küflü hüzün buluyorum
savrulmuşum bu yüzdendir belki de
beni sende bulmalıydın, olmadı
oysa, çift kişilik masalda uyumak istemiştim
Şimdi
bekliyorum suskuların dikenli avlusunda.
Fatma Aras
(Sarmal Çevrim S:14)
*
su
bütün gece seni yağdım, sözcüklerini
incittiğin bir bulutun penceresinden
sabırsız beklemenin tane tane sözleri üstünde
nemli ve bol sabahlı dinlenirken
sustuk... sustunuz
belki şimdiye yakın, belki daha uzun
yine ben olurdum anne, sen olmasan
böyle, esmer kendini bilen, kırmızı
bir bahçeyi akmak var baharın kitabında
sular boşaldı merkezinde hasretin
rakamsız duruyor avuçlarımda
bir kadının boyasız çığlığı
bulutun izi duruyor yanağın fazla rüzgâra
şırıldar yaprağa doğru su
içimizde yalpalatan bir ateş kıpır kıpır
ağızla dönüyordu sayfalarına suskunluğun
annemin çok uzun boylu gideniydim
yana yakıla, başlat beni
sıcak bölgelerinde coğrafyanın
gel seninle yüz yüze sayıları işaretleyip
dibinde uzanıyorum kanlı canlı ömrümün
bilinenden büyük uçuyorsa kuş
bardağı taşıran son damladır ölüm
ten ve çizgi, yıldız ve şiir, uzak ve uzak
Velicem Yılmaz
(Berfin Bahar S:264)
*
hasta la siempre
annem korkularıyla ördüğünden patiklerimi
yürümekle düşmemek arası bir şeydi dünya
siyah beyaz bir fotoğraf ve duvarda babam
cızırtılı bir ses, toprağa gömülü kitaplar
sınadım zamanla tüm yanıtları
: ölüme ötelenmiş umut, kör kapı, sağır duvar
kirli sözlerinizden arındım
ey bunaklığın azgın bilgeliği
öldürdüm büyüttüğünüz çocuğu
şimdi ben isyana göveren bulut
şimdi ben kızıl kanatlı yer kuşları
bir latin ezgisiyle yürüyorum kalanı
sonsuza dek doktor, sonsuza dek
Yusuf Yağdıran
(Yeni E S:40)
*
bursa çarşamba yıkılıyor
Attilâ Ilhan'a, Ümit Yaşar’a
Yürüdüğüm han içleri kalbimi dışarıya kustu
Çay buharları, buharlaşan gürültü ve kent fosilleri
Ensemizden bir hırsız gibi sızan sinsi kar taneleri
Gidiyorsun, bunu biliyorum, biliyorum, zaman aynaya bakmaz!
Fakat şarap şişelerinde öleceğim
Beni unutma!
Merdivenler, şehri bir kavuşma tünelleri gibi örmüş
Sakallarımda ay tozları ve sürekli kaşınan bir geçmiş
Ellerini verdin, gittin, onları buzdolabına koydum,
çünkü tüm dokunmalar taze kalmalı
Beni unutma!
Sana hiçbir şey veremedim, beklentilerden ve korkunç şiirlerden başka Odalardan odalara geçtim bir işçi karınca gibi, kendimi vururum
Bunu bil, bunu bil, ayrılık pistten havalanmışsa tanrı birden her şeyi unutur Beni unutma!
Bir kaset çalıyor, Çarşamba'da bir Bergen çalıyor, asfalt parlak
Yağmur uzaya doğru yağıyor, seni kanayarak seviyorum
Bu kadar yeter, bu kadar neşter yeter, kalbim sustuğu yerden kanıyor
Tam gidecektin... bir mucize olmadı, öylece gittin
Parfümlerini al, çekmeceni al, yataktaki sıcağını al
Beni unutma!
Ve sana söyledim hep, sesin suya karışan bir fabrika atığı
Ve sana söyledim hep, kafa kafaya çarpışmış iki kalpten
Geriye sadece et parçaları kalır
Bir ağlamak gemisi limandan demir alır
Beni unutma!
Ah, bu yaşlı bilge gökyüzü, bu geceleri sarışına dönen şehir
Yürüdüm, kestirmelerden, daracık yüzlerden,
başka hayatların içinden geçtim
Bildim, bir ırmak intihar etmeye kalkarsa, bir hoşçakal da öyle karışır kalabalığa
Sis başlar, Darmstadt Caddesi'nde dipsiz bir bulantı başlar
Yalnızlık, dört yanı Allah olan bir astronot kalbi gibi yerleşir odalara
Yine de, yatak odamızı yakacağım
Beni unutma!
Onur Sakarya- (Varlık, S:1350)
**
TUFAN
başımı kaldırdığım an görüyorum
: günün telaşı bulaşmamış henüz gözlerinize
ince kalemle çizilmiş zarif bir
sonsuz işaretinin içinden bakıyorsunuz
sıcaksınız bir o kadar da yakın
ama koruyorsunuz aradaki mesafeyi
yanımdan öylece geçip gidişiniz
tam bir denge terazisi
ağzınıza takılıyorum sonra
ağlamaya hazırlanan bir çocuk
kayboluyor sanki kendi çocukluğunda
her şeyi çok çabuk büyütürken küçülüyor sesiniz
öpüşürken dudaklarınızın önünde
sizin olmayan bir dünya koyacak gibisiniz
ya aldatmak üzeresiniz aldanmışsınız ya da
hayatı bölen bir köprünün üzerinde
daha zamanınız var
ama olacak, biliyorum
şimdi
içine tufan yüklemiş bir gemi
usulca geçiyor rüzgâr toplayan denizi
Nuri Demirci
*
güzel şeylerin listesi
Güzeldir bir kadının beli
Kalçalarına doğru ellerin kıvrım molası
Memelerin tam ortasında bir öpücük arası.
Aklında olmak birinin güzeldir sabah yürüyüşlerinde
Üzümü dalından misket misket koparıp
Yârin dudaklarını izleye izleye diline yatırmak gibi
Güzeldir
Beslemek şiirle sevdiğini,
Sevecenlikle anlatmak,
Çocuk gibi karşısına geçip şaşırmak
Sevdikçe susmak karşılıklı.
Dilek Mayatürk
Varlık, S:1354
*
Cehennem
Kendini hayallerinden asmaya başla
Düşerken en dipsiz kuyulara
Çift kişilik bir yolculuk bu zemberek
Kim öldürecek önce sevgi çiçeğini
Merhametli bakışlara beton dökmek
Umudun köküne kırk kibrit çöpü belki
Hatıraya kurşun dökün bir hayra yormak için
Kaldıysa bir kırıntısı iyiliğin umuda varmak için
Sevabı ahirete erteleyerek bir cehennem kurun kendinize
Dayalı döşeli hem de
Promosyon hediyeli bir meleğin gülüşü
Az geldi söndürme bu ateşi
Hatice Fakioğlu
Varlık, S:1358
*
NİCESİN YÂR?
Nicesin diye sormazsın ya, haydi sordun diyelim
nice olduğum bana kalsın, ağabeylere 'efe'
babaların oğullarına 'gızan' dendiği yerdeyim
artık buralarda da eskisi gibi gök berrak değil
dün gece yaralı cumhuriyetime bombalar düştü
her gürültü yürek vurgunundan öte kuru gürültü
mantar kafalı toz duman bir dünya içindeyim
Kül, ateşin mi alevin mi günahı mıydı derken
unutuldu tahir makamlı o güzelim zeybek türküleri
kartal kanatlı eller indi yere, sustu davul zurnalar
bilinmeyen avuç içlerinin buz tuttuğu yerdeyim
dünya bile kırk beş derece eğikken kendi eksenine
uzanıp elimi tutmazsın ya, hadi tuttun diyelim
tasarlanmayan örgütsüz hâlimle aşklar içindeyim
Mehmet Genç
Berfin Bahar, S:270
*
KUM BENİM İKİZ KARDEŞİM
Sabaha çok yakın bir gecede uyudum.
Kan görmediğim iyi seslerdi onlar.
Üzerine konuşulmamış yoksunluktu iki hayvanın uyuştuğu sesler.
Neyse yokladım boğazımda hafif yüksekten düşmenin uğultusu kalmış;
bir hayvan etinden mutluluk benim buzluğum
uzağa taşıdım gözüme kan döküldü
şaşaasını yas küllüğünde kurutmuş sürtüldükçe derin döküldü
çok yıldır montaj yapılmamış şunlar hayatından bulunmuş parçalar
zararı şunlar şunlar çatlamış sesinin
çınsız tüm safranı kabartıp yollanacak beyin ve idrar
karnında öldürmeyi büyümeden kesmeyi deneyler
zehir taşıdığına kandırıldı kendinden öte çınsız
son diyecekleri sevdiğine bulaşmasın ister
gölge gölgeye dönüşüyor ölü ilk gördüğüm ölüye
karın boşluğu ot lekesinden mutluluk benim morgum
çok y ildir kimliği bulunamamış akustik travmaya
kanıt zincirinden yumak satan salonda
hayata jeton atmamış bir çocuğun sevdiğine şişlendi
uzağa taşıdım karnından gözüme kan döküldü
kum benim ikiz kardeşin
kopuk tükürdüğümüz geceyi tanırsın
kum. benim, ikiz kardeşim.
Gökhan Bakar
KE, S:2
*
SIKINTI
Üstümüzden geçiyor kalın kalın uğultu, biter mi?
asırlar kadar uzak saatlerin arası
oyuna benziyor günler
İstenmeyen ölümler var, dünya isli, dünya puslu
bir baharlık çiçekmiş bize verilen ömür
kuşa döndü duamız
arkadaş, saklanmış kent güzelliği, ses sese dokunmuyor
kendimi aramaktan, kendim tırmanmaktan yoruldum
bütün sevgi bağları dağların arkasında
yer yüzü darmadağın
nefesim, bir de göğüm hiç yere sığamadık
Hayata mektup yazdım, kitapların arasında dolandım
aah! bir elimiz bin el olsa, kaygıları bir trene bindirsek
kaç yıldız öte gider
Biliyoruz bir gün iki bölümdür, biri kara, biri ak
gece büyük, gündüz ondan daha büyük, ama
karanlığın ağzı açık insanları yutuyor
İçimizde dağ çöküyor... daha... daha...
Fatma Aras
Çini Kitap, S:61
*
KESİK BAŞLAR İÇİN SÜRREALİST ÇIĞLIKLAR
Bu benim çocukluğum, cehennem çukuru değil!
Biraz çam kokusu, biraz yün atkı
Çam kokusuna yalnızlık çok yakışıyor
Yün atkıya zemheri soğuk da öyle
Bu benim çocukluğum, cehennem çukuru değil!
Mesafeler tahta birer cetvel gibi.
Yadırgının çengel suratlısı aradığı bahaneyi buldu
Yine kendime sakladım yüzümü güldüreni, kabahatim büyük
Postmodern yaklaşımlar hayat kurtarmıyor
Çok uzaklar, çok sevecen olmakla ne amaçlıyor?
Korku filmlerinde figüranlık yapabilirim
Korku olarak!
Kekeme bir sokak lambası olabilirim ya da
Birçok onurlu ölüme şahit olurum, canıma minnet
Şehrin bulvarlarında iyi adamların yasını tutarım
İçimde kabaran sunturlu bir denizdir
Acının mahfillerine ektiğim, ayrık otları
Yılkı atları hürriyetine düşkün olurmuş, çalımlı bir yalan
A n l a y ı n a r t ı k
Kuş cenneti, kuşların ölünce gittikleri bir yer değil.
Muhammet Yusuf Alptekin
Mavi Yeşil, S:124
*
KRAL ÇIPLAK
Kraldan çok kralcı, kralcıdan çok soytarı.
Tellallar ki sesleri kuytuların koynunda
Gezer zift sıcağının hazzıyla sokak sokak.
Bilen var mı davul kimin boynunda,
Kimin elinde tokmak?
Acı yudumladı acı söyleyen terziler
Vira demir, belki pupa yelken,
Kim bilir hangi meçhul koylarda.
Zira tûti dilli terziler muteber saraylarda.
Pıhtılaşmamışken yaralardan akan kan
Kavgalardan bezgin ama erguvani ruh hali.
Sözlüğe hapsedilendir vicdan
Malum terziler elindeki kıyafetler misali.
Heyhat ki büyükler zeki!
Vicdan tohumlan ekili topraklar çorak,
Gözler güneşli ve nisan yağmurlan, özler kurak.
Ya çocuklar?
Canhıraş çığlıklardan miras kalan
Sesi kısılmış çocuklar.
Peki kim bağıracak: Kıral çıplak! Kıral çıplak!
Mustafa Döşdemir
Akatalpa, S:248
*
YALNIZLIK ÖLÜM BOYU
Tam şurada kalmış sesin aldım yerine koydum
bir yüzleşme nasıl kapanır acısı açık yarada
bu yaz hiç olmazsa birileri âşık olsaydı
ben her yaşta garip bir çocuğum
yalnızlığım ölüm boyu
hiç uyuyamam begonviller açarken
taze cennet narlarından parmaklarım acıdı
ve bir arı sokması şişkinliği yüreğimde
tuzsuz deniz suyu olmadığını anladım
yani bir bahçede ürkek kedi gibi önce
gözlerin keşke bir akşam alacası olsaydı
Evet, gördüm, siz de gördünüz
kumda ölüm bir dağ masalı
yaz güneşi batarken alnımda
Yelda Karataş
Akatalpa, S:249
**
HİÇLİK BIÇAĞI
Hiçbir şey değilim, hiçbir şey de olmayacağım
Hiçbir şey olmayı istemesem de
dünyanın bütün düşleri var bende!*
Düşlerim var sızım var kendime sözüm var
yarama ve yasıma rağmen narçiçeği gibi
şiirlerde açacağım ömremülk-
dinginliği ve ölümsüzlüğü sırtladım işte
kandaki bıçak ölümü de
öldüğümde hiç ağlamayacağım!
Kaça kurtula kendime sapladım işte
şiirden yapılma hiçlik bıçağımı
kan da benim kırmızı da
kaç şiir defterim var
hepsi de siyahKırmızı
Ahilik de dâhilik de insan tiki
hem şâir hem insan olamadıkça insan tiksinti
sağ olsun var olsun dostlarım
onlar sayesinde zâyi ömrüme
afili ihanet ve puştluklar ekledim
Ah be Zülâl,
suflörüm bile yanlış ve flu konuştu beni
ömrümün dokümanter filminde, ne derim
İnsanı da deliliği de hazır olda bekledim!
*) Femando Pessoa lAlvaro de Campos!
Hüseyin Alemdar
Akatalpa, S: 241
**
DÖNÜŞME KIRIKLARI
Düşüp kırılıyor eylül aynada
yanık turuncusu güzün.
Herkes kendi bakışını yakalıyor
yağmur yeşili, soluk mercan, toz kahve
onun bir yüzü var mıydı?
Gittikçe çekiliyor güneş günlerimizden
rüzgârın sıklaşan ziyaretleri telaşlandırıyor ağaçları
sigaranın ucundaki kor, kırmızı
savrulan dumanlı düş
sarhoşlukta ölüm
kül grisi kuş
veya sonsuza dönüş.
Kaç yaz geçti bu yoldan, saymayı bıraktım
ayaklarım ıslak çayırlarda, su sesi yumuşacık
bacaklarıma dolanan eteklerim, eve varış.
Yazlar hep kısa sürdü bildim bileli
(Now that it rains in Givemy)*
Eylülün de kolları kısalır bundan sonra
herkes kendi kırığına sarılır.
* Givery'de yağmur başladı
Elif Firuzi
Akatalpa, S:245
**
SUÇÜSTÜ
Bir gün suçüstü yakaladım bendeki başkasını;
belleğimdeki külleri deşeliyordu,
sakladığım kıvılcımları dolduruyordu torbasına.
Bir zorbanın giydirmek istediği
deli gömleği ülke vardı torbada.
Çekinerek bakışımız vardı
korkarak bakışımız, kuşkuyla birbirimize
yakınlaşmamızı haksız çıkaran.
Dünya üstümden geçen bir ahmakıslatanken
beni boş kum saati yapması vardı
ince bir esintinin bile vurduğu fiskeyle.
Düşüncemin istiridye çiftliğinden
kara inciler toplamaya gidişim vardı.
Mermer olmayı seçtiysem mermer kalmalıydım,
içimde taşımalıydım süremi.
Baobab olmayı seçtiysem
çiçeğimin açmasına uzun zaman çalışmayı bilmeliydim.
Kimse beni bir zincirin halkası bile yapmazken,
öğrenmeliydim sessizliğin çanlarını dinlemeyi.
Torbada bunlar vardı.
Kışın çıplak bıraktığı taşları baharın giydirmesi vardı.
Fırtınalardan uzak bir köşede
doğum yerim yapışım vardı bir dost selamını.
Bir de yerleşik yolculuğumdan kalan soru:
Hangi çalgı daha iyi alır sesin kokusunu?
Ne çok kıvılcım vardı torbada!
Nicedir yazacak şey bulamayışım ondanmış demek!
Aytekin Karaçoban
Eliz, S:142
****
AĞZIMDA HÜKÜMET
aynası kırılan bir tarak gibi çeviriyorum yüzümü
arka cebimde market fişleri kredi kartları
aynalar olduğum kadar gösteriyor beni
-gösteriyor mu?
-belki biraz iç bükey/belki olduğumdan kilolu
fişlerde çikolata markalan ve ekmek
(zaten çokça konuşuruz ekmeğin üstüne
yemin ve kutsal yükseklik taşır hamuru)
benzetmesi kendi içinde olan dizeler kurup
sonra-
ağzımda bir hükümet kurulur/söz geçirir bana
kaçtığım ne varsa doğrultulur vitrinlerden
bir çiçek bir vitrin satıcısı- kaçıp kurtulmak/oysa ağzım hükümet
azı dişlerim ve saraylar arasında nasıl bir benzetme bulunur
sıka sıka kaç saray kurar
ve kaç ağızda toplar yamukluğunu
dişlerim: keskin bir bıçak
kullanırım ağzıma aykırı ne varsa
ve kimin umurunda kırdığım parçalar
toplasam + ağzım = beyaz saray
allah bizimle beraber-se
/ki ben bunu bilirim ve taşırım ellerini alnımda
bizim buralarda çokça anılır adı
harflerini küçük yazarım kutsalların
ve bilirim ki alınmaz kimse
bunlar yıkılır alnımın üzerine
allah'ın elleri durur yerinde/
ben taşırım ağzımı isimlerle ve büyütürüm ağzımı
dişlerim derim yine keskin bıçak
dokunup geçer yanaklarımın içine
-aynalar evet, kilolu gösterir beni
ağzımda kanar durur bir hükümet
Cihan Adıman
(Eliz, S:143)
**
Lİ
En güzel yalnızlığımdı o yıkıntı ev
Çocukluğum kalakaldı kapıdan dışarıda
Faydası yok birine seslenmenin
Gördüklerimi unutup yaşamanın bir yolu olmalı
Kaç ölümden sonra gelir bahar
İnsan kendi tarafıdır bilmez mutlu olmayı
Ne yapsa nafile aşktan çok yalnızlığı hatırlar
Bıçağa batar teni çığlığını aradığı yerde
Ge|ip oturur gözlerine kırılan dallar
Sevmek korkusu var bana mucize gerek
Adım Li yasaklı mektuplarda
Gittim kanayan yaraya düştüm
Başladım yeniden yalnızlığı sevmeye
İnsanlar üst üste yaşar
Evler ki uzak birbirine
Sesimin gitmediği yer bağışla beni
Hangi yüzü düşünsem toprak doluyor gözüme
Hastalıkla kandırdılar ölüm girmemiş evleri
Evler gözlerini kaybetti bir kadın ağlayınca
Koca bir sessizlik söküldü kollarımdan
Su yoktur ekmek yoktur ışık yoktur
Kaç çocuk birden sarıldı kalbime
Bu duvarlardan
Bu cesetlerden sonra
Yarın kimin adı ile çağırırlar beni
Kime huzur verir girdiğim kapılar
Kim öğretir kuşları sevmeyi
Hâlâ bilinmiyor bulutlardan inen denizcilerin sırrı
İyi ki o denizlerde ölüm yok
Odaları dolduran öğütülmüş ömrüm
Bıraktılar en sonunda uzun üşümelere
Otların çiçeklerin beklediği rüzgar
Konuştuğum bütün ağaçlar yaprak dökmekte
Döndü Açıkgöz
(Akatalpa, S:250
**
SON MAKARNA TANESİ
Ben, uzun yollardan ve tenha arsalardan geldim
Şimdi her şeyin vaktidir, demek için
Külahları yakmış dumancılarla dev beton borulardan
Babalar dönerken en çok, ellerinde bazen ekmek ve az rüya
Çamurla karışmış yoksulluk, ucuz tütün ve fıçı bira
Ganyanlardan manyanlardan dönerken babalar
Sesim bir gürültüyle kaçtı dolmuş duraklarından
Bir çeşit göktü, ellerimden düşürdüm, bu ölüm
narenciye bahçelerinden geldim
Bir sürü ağıttan kafa gülümsüyordu yaprakların arasından
Anneler süpürge yontarken avlularda
Siyah poşet sağanakları altından geldim
Şimdi her şeyin andıdır, demek için
Kardeşler kemirirken evin tuhaf ve kirli ruhunu
Seccadeli odada dualarla duvarları yumruklarken ninen
Dağılan tespih tanelerini yutan aç farelerden
Bir de babalar yürürken gecenin kadifesinde, ellerinde çay
Tencerede kalan son makarna tanesinden geldim
Onur Sakarya
(Akatalpa, S:241)
**
KIŞ BALADI
eski evler biraz yağmur biraz ışık ve sen
ışık ülkesine gidilir senin gözlerinden
ahsen günler seninle gelecek ah bir bilsen
bugün güneş kararsızdır bulutlar gezgin
senin ülkenin seması aydınlıktır nurdan
su sinsi sinsi donar geçtiğim her yerde
senden habersizdir her yeşil yaprak
sararır rüzgârın değdiği her masum ten
yanık bir kimliğim kuru ayazda anla artık
soğuk olur kış geceleri üşümek sensizlikten
en sevdalı bir yürek bu mevsim kapını çalar
yitik günler yağar biraz ak biraz kara
biri üşür kapında ürkek elleri mülteci
rüzgâr başımda amansız bir törpü olur
zaman eğri yağar yürekler kanar
bir düşün akşamlan kuşlar nereye gider
bir düşün nehirler ırmaklar nereye akar
o bakışlar olmasa bütün insanlar ölür
n’olur bir su birikintisi gibi geçme üstümden
sahili yoktur yalnızlığın sevdanın
doğuda kar altında koca bir bahar vardır
o bahar bir de benim göğsümde saklıdır
ey ülgen’in merhametli ve haşan çocukları
bu kara ülkenin aydınlığı nerdedir
gözlerin umut mevsimidir bir yeni hayattır
bilmezsin bu şehrin yollan neden eskidir
ne varsa yerde gökte hepsi şendedir
acılar ikliminde açmasın mı çiçek
solgun ışıklan da ah bu mevsim bitecek
bilmezsin ruhum nasipsizdir ışıktan nurdan
Ümit Yıldırım
(Akatalpa, S:242)
**
Deri
Ben de kalbimin esnek derisini
Simsiyah bir ağaca gerdimdi zamanında
Uzayan dalların altında gölge bulan
Kuruyan çatlayan ses çıkaran kendi çapında
Odaların kapılarında kan akışıyla yaşayan
Biri oldum zamanında
Böyle zorlamalar oluyor hayatın sarsıntısında
Nabzını tutuyorlar tansiyona bakıyorlar
Göz göze gelmiyoruz göz kaçabilmeyi biliyor
Sen kalıyorsun ortalıkta
Ben bir neşter sancısı duydum kulağımla
Kesilmeyi bağıran ağız açıklığında
Bedenin parçalanması mesela mezbahalarda
Mesela durması saatlerin kadranda kan akışıyla
Öyle zamansız ki ölüm hayvanların boğazında
Elif Sofya
(Sadece Şiir, S:4)
***
Festival
Yaldızlı salonlarda büyük hanımlar dans ediyorlar,
suratlarını değiş tokuş ediyorlar birbirleriyle
ve salonların çürük noktasına sürünüyorlar
-benim titreyişimse bir başka danstır.
Mermerin karolarına şampanya döküyorlar.
O şampanyadan süzülüyor bir ruh
ve kolaçan ediyor şişkin cepleri:
Benden bir fotoğraf çıkıyor ve ağlıyor
mermerin karolarına doğru.
Sabunlu duvarlara rüzgâr vuruyor,
düşürüyor hanımefendileri, beyefendileri.
Beni kaçırıyor
göklerin yaralı duvarlarına.
Duvarlardan yaraları toplayıp
bir madalyon gibi takıyorum göğsüme.
Yıldızlı salonlarda
her an düşecekmiş gibi
dans ediyorum.
Bilge Miray Aslan
(Varlık, S:1358)
*
VESTİYER
Ateşin gölgesinde şiir yazarak yaşayabilirim.
Son zamanlarda bunu daha iyi anladım.
Dirseklerim kırık bir masaya dayalı,
Başım ellerimin arasında ağır.
Kulaklarımda ezgisi vazgeçilmez bir sevdanın.
Değişirken rengi eski mevsimlerin
Bir aynada kendi hayaline dalan
Bu dünyadan uzaklaştırabilirim
Hiç kimseye ve hiçbir yere
Ait hissetmediğim varlığımı.
Üst üste yığılmış giysiler bir vestiyerde.
Ve önlerinde bekleyen insan kalabalığı.
Belli belirsiz bir dans müziğinin ritmi.
Herkes kendi giysisini arıyor el yordamıyla.
Nereden gelip nereye gittiklerini bilmeden.
Kimisi hayat diyor buna kimisi kader.
Durmadan yıkılıp yapılan bir gecekondu.
Kimisi yalnızlık diyor kimisi yangın yeri.
Oysa karmakarışık bir vestiyer.
Herkes başkasının giysisini giyiyor karanlıkta.
Ateşin gölgesinde şiir yazarak ölebilirim.
Son zamanlarda bunu daha iyi anladım.
Dirseklerim kırık bir masaya dayalı,
Başım ellerimin arasından düşmüş
Şakaklarımda nabzı unutulmaz bir aşkın.
Volkan Hacıoğlu
(Mavi Yeşil, S:122)
*
FAHRİYE ABLA'NIN KANAVİÇELERİ
Anmak hoş da hangisini, hangi pencereyi, evi
Hâli yok günlerin ölür gibi geçip giden gülüşleri
Memleket havası bu eser, yakar, yıkıp geçer de
Eskidendi mektubun yeri, önemi, şimdi nerde
Tutku her yerde oysa, en çok imansız gecelerde
Mesele özlemekse, özlemek ama gurbeti ne yapacağız
Ufuğun ustası olur mu yol ortasında, dağlar, denizler dururken
Hiçbir serçenin seranadı duyulmaz artık parklar yok olalı
İnce bir gönül yarasıdır her yanı kanar kanaviçenin
Pencereden bakıp durur yağmurlara bir kadın rüyasından sıyrılıp
Dışarısı bir diş ağrısı, eviçleri hummalı kaygı küpü
Irak değil hiçbir şey gönüle, yerleşmişse aşkın ateşi düşlere
Ruhu Ağrı olanın yaşamı hep sonbahardır
Ayrılış bir pencereden, balkondan, evden, yaz geceleri
Nasıl bir rüyadan uyanmaktır bu, ölüm köprüsü
Aynaları sormaya gerek yok, sokağın kulağı
Seke seke gelir konar sevgi yüreğe, Fahriye Abla
Birinci ek:
Dünya bu kadar değil, şu Ağrı'nın ağrıyan başının ardında
Islık sesi yağmura tempo tutar, pencere altında bir âşık
Rengini yitirmiş, elden düşme bir mektup yeniden yazılır mı
Aslen nerelidir bu göçün sahibi, yolculuk nereye yalnız ağaçlar
Ne zaman açılır gecenin gözleri, şafak ne zaman çekilip gider
Artık yeter demeye güç ister aşkın acısına, ardındaki gözyaşlarına
Susmak mı, hayır düşünülen bu değil, ellerin gülü okşama sevinci
İkinci ek:
Durup dururken çıkıp gelir mi atlar, atlılar rüzgâra sarınıp
Işık bir zamandır ne yapacağım bilmeden dolanıp duran
Rayların parçaladığı tren düdükleri çınarlara çıkar
Ay ’Ş'ğ1 da var işin içinde, bir kadının kederlerinde
Nadasa bırakılan bir gün, o gün gelecek ve güller solmayan
Aşk kapıyı çalıp girecek içeri, beklemek bir ömre bedel
Solgun zorlu geçmiş işlenip durur kilimlere, yastık kılıflarına
Gültekin Emre
(Sincan İstasyonu, S:105)